3 Eylül 2019 Salı

Horozlar Ülkesi

Avrupa ile Asya kıtası arasında yer alan ve nüfusunun ekserisinin müslüman olduğu bir ülkede şahit olduğum ilginç bir olayı anlatacağım. Bu hikayede, söz konusu ülkeden Horozlar Ülkesi diye bahsedeceğim. Biraz sonra sizin de anlayacağınız üzere, bu ülkeden gerçek adıyla bahsetmek korkunç neticeler doğurabilir. 


Ben, Stavri Papadopoulos, kendi ülkemde, kendi arkadaşlarım arasında Papi diye bilinirim. Güzel Yunanistan’ın, güzel Selanik şehrinde yüzyıllardır kumaş ticareti ile uğraşan bir ailenin son kuşak temsilcisiyim. Bu söz konusu ülkeye… Afedersiniz. Elbette adıyla anılmayı hak edecek kadar ilginçlikler barındıran bu ülkeyi elbette ben de adıyla anmakla yükümlüyüm .Horozlar Ülkesi, evet Horozlar Ülkesi’ ne bundan üç yıl evvel geldim. Güzel bir tatil geçirmek ve Yunan olmayan birilerini tanımak belki de biraz, doğulu kadınların o hep anlatılan eşsiz güzelliklerinden tatmak için de olabilir. Ben pek okurum, bulduğum her şeyi, her zaman ve her yerde okurum, okumak için mekan ve zaman aramam. Alman bir gezginin doğu gezilerini anlattığı bir kitapta, İran hükümdarının eşinden şöyle bahsettiğini görmüştüm, ‘’ O,sarayın mutfağına girdiğinde meyve doğrayan hadımlar parmaklarını keser tabağın içine atarlar ve bunu fark edemezler. İşte onun güzelliği böyle bir güzelliktir.’’ Bu cümleleri okudum okuyalı yüreğimin ortasında bir yangın yanar ki, bu yangının yanında Büyük Symirna yangını mangal közü gibi kalır. Başıma da ne geldiyse bu Doğulu kadın sevdasından gelmiştir ya, orası da apayrı bir muamma…

Horozlar Ülkesi’ne gelir gelmez ilk iş bir Doğu meyhanesine yollandım. Kitaplarda okuduğumdan pek farklı manzaralar gördüm. Doğuya has hiçbir şey yoktu, duvar halıları, yuvarlak tahta masalar ve bıyıklı devler yoktu, gümüş kadehler ve raks eden esmer kadınlar da yoktu. Basbaya Avrupa’nın her yerinde olan, getto barlarından bir tanesine düşmüştüm. Tatilimi bok etmeye niyetim yoktu. Yalnız başıma, sakallı ve sinirli bir grup garsonun servis yaptığı, içerideki herkesin çılgınlar gibi bağırdığı ve sükunetin zerresinin bulunmadığı bir kaos yumağının ortasında bilmediğim bir içkiyi içiyordum. İşte hatırladığım son şey de bu, bundan sonrası ise bambaşka bir hikayenin konusu. 


Hatırlamayı asla başaramadığım bir kavganın neticesi olarak bilmediğim bir ülkede, tanımadığım bir adamı yaralamak suçundan 5 yıl hapis cezası aldım. Mahkemede savunma yapamadım, avukatım yoktu. İşin garip tarafı savunma yapmadığım için suçu da kabullenmiş oldum. Bu sebeple Sayın Hakim, 8 yıllık cezayı iyi hal sebebiyle 5 yıla düşürüp beni bir bahtiyarlık deryasına savurdu. Şu an bu cezayı, Yunanistan’a at mesafesinde bir Ege kasabasında geçiriyorum. Koskoca bir dört yılı bitirip, son iki aya girdim. İki ay sonra denetimli serbestlik programı ile serbest bırakılacağım.


Burada anlatacağım hikaye benim öznesi olduğum bir hikaye değil, Horozlar Ülkesi vatandaşı bir insancığın hikayesi. Bu insancığın adı Cafer, biz ona hapishanede Sosyal Cafer derdik. Bu ismin şöyle bir anısı var, Cafer hapishaneye getirilmeden evvel namı gelmişti. Sosyalist Cafer, terörist Cafer… Eline silahı aldığında tek başına koca bir orduyla savaşabilirmiş, insanüstü özellikleri varmış, aynı anda üç ayı ile güreşebildiğini dahi duymuştuk. Hepsi tamamdı ama sosyalist demeyi koca bir koğuş olarak becerememiştik, bu sebeple o gelmeden evvel adını biraz değiştirmek zorunda kaldık. O gün bugündür bu insancıktan Sosyal Cafer diye bahsederiz.

Hapishaneye geldiği ilk günü dün gibi hatırlıyorum, bütün bir koğuş tam 24 kişi -ki koğuşta 14 yatak vardı ve dönüşümlü olarak uyuyorduk- üstümüzü başımızı giyinip, taze gelin gibi yeni ağamızı beklemeye başlamıştık. Hayalimize göre Sosyal Cafer; 2 metre boyunda, 1 metre genişliğinde, çiğ et yiyen ve galonlarca şarap tüketen bir insandı. Beklemenin en ızdırap verici yeri, umudun kırılmaya başladığı andır. Bizim için de öyle olmuştu, tam üç saattir gömlek pantolon bekliyorduk, ben üç saattir turmamıştım, pantolonumun kıçı sökülmek üzereydi, kıçımın pantolonu gerdirmesi demek, iki yarım pantolon sahibi olmam anlamına geliyordu. Bu düşüncelerin zihnimi parçalaması devam ederken, koğuş kapısının demirleri kalkmaya başladı. Dört demir yuva üzerine inen dört demir kolun çıkardığı ses, uyuyan bir cini dahi uyandırabilirdi. Hapishanede bu ses umudun sesidir,kim bilir belki de dışarı çıktığımda duyacağım bir demir sesi beni umudun sıcak kucağına atıverir. Dört demir kolun dördü de indiğinde, kapı yağmur yemiş bıldırcın yavaşlığında açılmaya başladı. Kapkara giyimli gardiyanların, arasında ufak tefek bir çocuk... Sosyal Cafer, bıyıkları tel tel, kara kuru bir oğlan çocuğu çıkmıştı. Yalnız ufak tefekliğinin dışında garip bir şey daha vardı ki- bu gariplik, anlatacağım hikayenin neredeyse tamamını oluşturuyor- bu, insanın akıl sınırlarını zorluyordu. Cafer, Horozlar Ülkesi Başkanı, Bay Pervane’ye suikast eylemi düzenlemekten tutuklanmıştı. Şu ana kadar cezası kesinleşmediği için bizim hücremize getirilmişti. Savcı, iddianamesinde Cafer için ağırlaştırılmış müebbet istiyordu. Bu, şu demek oluyordu; Cafer şayet ceza alırsa, cezasının tamamını yalnız başına bir odada geçirecek ve ölene kadar da o oda sınırlarının dışını göremeyecekti.

Cafer’in koğuşa girmesinin ardından yayılan şaşkınlık dalgası geçmek bilmiyordu. Hayal kırıklığı ve mutluluk arasında gidip geliyorduk. Bu denli duygu karmaşasını en son 10 yıl evvel yaşamıştım. Eşimle ayrılmıştık, deli gibi aşıktım ona, onsuz yapamıyordum. Yatağımıza yattım, yastığını kokladım ve masturbasyon yapmaya başladım.Bir yandan mastürbasyon yapıyor bir yandan hıçkırarak ağlıyordum. İşte şu an yaşadığım şey, o acayiplikten bile on kat daha acayipti. Cafer’e bakarak ağlamak istiyordum, aynı zamanda hayalimizde yarattığımız o acayip yaratığın koğuşumuzun tepesine çökmemesinden ötürü de mutluydum. Tüm bu karmaşanın ortasında, koğuşun girişinde bir çocuk ebleh ebleh suratıma bakıyordu. Sur kapısından küçük fakat kale duvarından azametli bir kapının önünde kocaman bir acayiplikler silsilesi… Herkesin gördüğü fakat kimsenin söyleyemediği bir şey vardı; Cafer’in suikast girişiminde kullandığı söylenen silah otomatik bir Çek yapımıydı. 2 kilo kadar gelen silah tek seferde 24 mermi atabiliyordu, askısız ve dipçiksiz kullanmak imkansıza yakındı. Oysa karşımda duran çocuğun iki kolunun omuzlardan kesik olduğunu görüyordum. Ya biz gazetelerden yanlış okumuştuk, ya da bu çocuk kollarını saklamayı çok iyi başarmıştı. Büyük bir terörist olmanın yanında devasa bir sahtekardı da aynı zamanda. Peh ne çocuk ama!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.