28 Nisan 2013 Pazar

Hatay'dan Karadeniz'e...



Almanya'da yaşamını sürdüren Merzifonlu Ahmet Koçak'ın hikayesini eminim hatırlıyorsunuzdur.Hatırlamayanlar için kısa bir tekrar geçelim.
Ahmet Koçak ''A TS 61'' plakasını alabilmek için 17 yıllık zorlu bir mücadele veriyor, başından geçen türlü zorluklara katlanıyor tüm cezalara göğüs geriyor ve en sonunda emeline ulaşıyordu.
Ahmet Bey klubümüz tarafından onur üyeliği ile ödüllendiriliyordu.

Bu haberi Hatay Reyhanlı'lı bir adam Samsun'da okuyor ve o anda telefona koşuyor.Ulaşmaya çalıştığı kişi Trabzonspor başkanı.

Güney'in Trabzon'un da doğmuş Kuzey'in Hatay'ına vurulmuş bir adam Gökhan Aşan.


Telefon bir gün meşgul çalıyor iki gün meşgul çalıyor.En sonunda Trabzonspor klübünden bir yetkili ile görüşme şansı yakalıyor Gökhan Bey.

İsteği son derece net '' Trabzonspor'a onur üyesi olmayı hak eden bendim.''

Başlıyor hikayesini anlatmaya;

Gökhan Bey 1996 yılındaki Fenerbahçe maçı öncesi pek de futbolla alakası olmayan bir delikanlı.
Samsun'da oturdukları yıllara denk gelen bu maça Trabzonsporlu bir arkadaşının ısrarıyla istemeye istemeye gitmeye karar veriyor.
Gidecekler gitmesine ama ne bilet parası var ne de yol parası.
Vira Bismillah deyip çıkıyorlar yola.
Boyunlarında atkıyı gören Trabzonlu kamyon şoförlerinden birisi durduruyor aracını.''Nereye'' diyor.Ürkek bir ses tonu ile cevaplıyor Genç Gökhan '' Avni Aker'e abi maç izleyeceğiz de.'' Atlayın diyor kamyoncu ''Tam adamını buldunuz 1 saate stadın içindeyiz.''

Bir kaç saat sonra Trabzon il sınırlarına giriyor iki kafadar.Şimdi zor olan kısma geldi sıra.Stad mahşer yeri bırak bileti kahvelerde bile yer yok.Stadın önü insan seli, derken iki taraftarımıza durumu anlatıyor Gökhan Bey. Gelin diyorlar siz bizim çocuğumuzsunuz bizimle gireceksiniz.
Gerçekten de stada o beylerin önünde çocukları olarak giriyorlar.
Maç başlıyor maç bitiyor.
4 mayıs 1996 sabahı futbolla hiç alakası olmayan o adam 6 mayıs'ta Trabzonspor'un tüm kadrosunu ezbere sayıyor ve o yıldan sonra bordomavili formanın bekçilerinden birisi oluyor.

Gökhan bey bugün 32 yaşında, biri kız biri erkek olmak üzere iki çocuk babası. Samsun'da Kazancılar Yokuşu'nda bir ayakkabı dükkanı var.
O günden sonra hiç bir Trabzonspor maçını kaçırmamış.Her maç günü Samsun'daki evinin camından Trabzonspor bayrağı dalgalandırmış.

Kendisine misafir oluyoruz.Eve girer girmez odanın tam orta yerinde bir beşik dikkatimizi çekiyor.Beşik tepeden tırnağa bordomavi.İçindeki çocuk bordunun arasında kırmızı suratıyla yok olmuş.Bu küçük suratlı erkek çocuğunun adının ne olduğunu soruyoruz.''Giray'' diyor Gökhan Bey.Anlamını soruyoruz.''Trabzonspor'da Giray yok mu o işte'' diyor.
Trabzonsporlu oyuncuların isimleri bir kağıda yazılmış kaseye atılmış.Ailenin en büyüğü bir kağıt çekmiş aralarından açmış okumuş.Bundan böyle senin adın ''Giray'' ismini aldığın adama benzesin karakterin.

Giray'a şaşırıyorken içeriden küçük bir kız çocuğu daha geliyor.''Hadi abi seni bekliyordum,arabama bak'' diyor.
Ne arabası bu diyorum,sanırım bisikletini falan gösterecek.''Tamam o zaman bir de fotoğrafını çekelim arabanla'' diyorum.

Odasına bir de giriyorum ki gerçekten bir araba odanın ortasında plakası ne olur böyle bir arabanın?
Tabii ki ''61 TS 1967''.


Oturma odasına geri dönüyoruz.Vitrinde bir belge var, Gökhan Bey Trabzonspor Klubü üyeliğine kabul belgesini çerçeveletmiş en güzel köşeye koymuş.Çay içmeye doğru masaya geliyoruz.O da ne Trabzonspr dergilerinin üstünde bir üstünde yazılanı okuyorum;
Ali Özbak '' Trabzon Futbolunu Kökleri''

Divan kurulu başkanımız sayın Ali Özbak ile sıkı bir muhabbet sahibi çıkıyor Gökhan Bey.Nereden tanıştıklarını sorduğumuzda; kendisinin onur üyeliği almak için klübü aradığında direkt olarak Ali Özbak ile muhattap olduğunu, hatta bu sayede kongre üyesi olduğunu söylüyor.
Tüzük gereği onur üyeliği hayalini askıya alan Gökhan Bey Ali Özbak Bey'in de tavsiyesiyle klübüne yönetici olarak hizmet vermek için o gün üye olma kararı almış.
O gün bugündür de kendisi Kongre üyesi.

Hikayesini anlatmaya devam etmesini istiyorum.
Giray'a hamile eşi ile birlikte bayram arifesi  Gökhan bey eşine hazırlan yarın  gidiyoruz diyor.Eşi Sevda Hanım nereye diye soruyor.
Gökhan Bey de Trabzon'a Şenol Hoca ve klüptekilerin bayramını kutlayacağız diyor.
İlginç olan şu ki eşi futbolcuların da kutlayalım o zaman diyor ve atlıyorlar arabalarına çıkıyorlar yola.

Bayram sabahı klüp binasının önünde küçük bir kız çocuğu ve Ordulu bir kadın ve Hataylı bir adam Trabzonspor yönetimi ve teknik ekiple bayramlaşıyorlar.
Gökhan Bey o anları şu şekilde anlatıyor.

''Kendimi evimde hissettim,hayatımın en mutlu günlerindendi.''

Eşi Sevda hanım bugünden sonra Gökhan Bey'i kıskandıracak derecede bir Trabzonspor fanatiği olup çıkıyor.
Hatta Gökhan bey Sevda Hanım'ın bir maçta hakeme sinirlenmesi üzerine demirlere tırmanmaya çalıştığını anlatıyor.

Şike soruşturmasının başladığı gün Gökhan Bey Samsun'dan Trabzon'a hareket etmiş.Klübün kapısına gelmiş.Ali Bey ile görüşecek, Ama onlarca polis var.Ne oluyor diyor polislere cevap yok.En son aralarından birisi cevap veriyor.''Fenerbahçe şike yapmış hemşerim''. Eeee diyor Gökhan Bey içeri girebilecek miyim?
Polis mümkünü yok diyor.4 saatlik yol gelen tarafarımız biniyor arabasına ve Samsun'a geri dönüyor.

Gökhan Bey'in hayattaki en önemli varlığı şüphesiz ki ailesi.
Kızı Trabzonspor'un önemli bir maçının olduğu gün hasta, hasta hasta olmasına ama Gökhan Bey de maça gitmek istiyor.
İki arada bir derede kalmış.

Kızı yattığı yerden doğruluyor.Babasına bakıyor baba bir şey isteyebilir miyim?
Söyle diyor babası.
Maça gidebilir miyiz ?

Gökhan bey yaşadığı sevinci anlatırken dahi oturduğu yerden kalkıyor.Kızımı kucakladığım gibi yine maça gittik diyor.

Hatay Reyhanlı'lı Gökhan Bey'in de hikayesi bu.

En büyük hayalini sorduğumuzda tüm ailemi maça götürdüm babamı götürmedim onu da götürürsem hayallerimi gerçekleştirmiş olacağım diyor.

Kırşehirli Şamil Ekinci,Hataylı Gökhan Aşan,Erzincanlı Muharrem ve Türkiye'nin her yerindeki ''Giray''lar dün vardı,bugün hala varlar,ve sonsuza dek var olacaklar.


(Trabzonspor Resmi Dergisi'nde yayınlanmıştır.)

26 Nisan 2013 Cuma

Kabataşlı Muharrem Röportajı


Beşiktaş'ın Ortasında Bordomavi bir bekçi.

Adı muharrem Özdemir, Erzincanlı bir ailenin üç çocuğundan biri.Yirmiiki yaşında olan Muharrem Kabataş sahilinin müdavimi.Öğlen saatlerinde sahildeki nöbetine başlayan bu gönül bekçisi akşam 9 olduğunda evine dönüyor.Her gün mü diye sorulduğunda bir gün hariç diyor.Hangi gün diyoruz, Trabzonspor'un maçı olduğu gün diyor.Soyadını bile her defasında farklı söyleyen muharrem Trabzonspor'un maç gününü unutmuyor.Üzerinde kimi zaman victory çoğu zamanda çubuklu forması ile elinde pilav tabağı ile sağa sola koşturan birini görürseniz bilin ki o Muharrem'dir.O gün orada olmasının bir sebebi vardır.

Muharrem'in ailesi Tophane Mahallesi'nde oturuyor.Babası İlyas Özdemir noterde memuriyet görevini icra ediyormuş,geçen sene vefat etmiş.Abisi ise askerden 1 ay önce dönmüş.Söylediği kadarıyla annesi temizlik işlerine giderek ailenin geçimini sağlıyor.Muharrem'e Erzincanlı olduğu halde Trabzonspor'u desteklemesinin ne kadar özel olduğunu söylüyoruz.Üstelik babası da Galatasaraylı olduğu halde.Nasıl oldu bu diyoruz.Tophane Mahallesi'nde yorgancılık yapan  Trabzonlu Beşir ve Zafer  kardeşlerin Muharrem'e hediye ettiği formayla başlamış. Muharrem çocukluğundan bu yana düzenli olarak geldiği Kabataş sahilinin gönüllü korumalığını üstlenmiş.Her gün saatinde gelip saatinde dönüyor.Kimi zaman gemilere kıyılara fazla yaklaşmaması için iki üçyüz metreden telkinde bulunuyor.Kimi zaman yaklaşanları taşlıyor.Sıkıldığı zamanlarda Kabataş'ın değişmezleri balıkçılarla sohbete dalıyor, çay içiyor, balık tutuyor.Tuttuğu balıkları gizlice denize geri bırakıyor.

Muharrem'in en iyi arkadaşı öğlen 12:00'ye kadar okuluna gidip 12:00den sonra balıkçılık yapan 9 yaşındaki Ahmet.Şayet gider de Muharrem'i göremezseniz Ahmet'i arasın gözleriniz, oltaya tırmanmaya çalışan misinayla boğuşan esmer bir çocuk görürseniz o Ahmet'tir.Unutmadan söyleyelim elinde mutlaka kutu kolası vardır.İşte o çocuk mutlaka Muharrem'in yerini biliyordur bilmiyorsa da bulacaktır.


Kabataş esnafıyla konuştuğumuzda Muharrem'in Kabataş'ın maskotu olduğunu da öğreniyoruz.Muharrem'e ters davranan oldu mu sorumuza hiddetleniyorlar,kimsenin ona bir şey yapamayacağını, onun ne kaar güzel yürekli bir genç olduğunu anlatıyorlar.Arada da Muharrem'in sinirlendiği görünmeyen arkadaşına gerçek gibi de davranıyorlar.

Muharrem'e en sevdiği futbolcuyu sorduğumuzda ise önce Glowacki onun deyimiyle ''Kolvaşki'' sonra da Serkan'ın adını duyuyoruz.İnatla Glowacki'nin takımda olduğunu ama sakat olduğunu savunuyor.Biz de diretmiyoruz.Ne zaman döner diye soruyor,yaşlandığını zor döneceğini söylüyoruz.Üzülüyor.Olsun diyoruz artık Bamba var,hem ondan da daha uzun.Yüzü gülüyor ''Di mi abi'' diyor.Mutlu olduğu her zaman gibi.

Muharrem'le ilk karşılaşmamızda üstümde Trabzonspor şortu vardı.Muharrem onu görmüş karşımda bekliyor üstünde forması ile,İstanbul'un ortasında Kabataş'ta iki adam birbirimize bakıyoruz.Yaklaşıyoruz ben formayı işaret ediyorum o şortu.O an anlıyorum Muharrem'in Kabataş'taki görevini.Muharrem orada dostlarını bekliyor.Muhtemelen pilav da istiyordur canı.Haftasonu boş vaktiniz varsa ve İstanbul'da iseniz, Kabataş parkına bir gidin.Muharrem ona çay ısmarlayacak futbol konuşacak arkadaşlarını abilerini bekliyor.

(Trabzonspor Dergisi'nde yayınlanmıştır.)

25 Nisan 2013 Perşembe

Çernobil.


O akşam yine dua ediyorum. Allah'ım diyorum bir gün daha kalsın bizimle, seni seviyorum bile diyememişken alma onu benden. Ellerine dokunuyorum, fındık dallarını hissediyorum. Patozdan çıkan kurumuş çotanak kokuyor.

Koklamadan yapamıyorum, uyuyamıyorum...Yanı başına kıvrılıyorum.Sabah oluyor uyanıyorum, bir telaş sağa sola koşturuyorum. Neyin telaşındayım, bilmiyorum.


Uyandırıyorum. Kalk baba diyorum, kımıldamıyor. Haydi ihtiyar diyorum çeviriyorum, ellerim sıcacık oluyor. Öz babamın kanı avuçlarıma sürülüyor.Ağlamak istiyorum ağlayamıyorum. Bağırmak istiyorum, sesim boğazımdan yukarı çıkmıyor.

Mahallede her çocuğun babasını döven adam nasıl kalkmaz diyorum, rüya olsun bu diyorum.

Uyan be adam güreşelim diyorum.______

Uyanıyorum feryat figan ter içinde. Yanımda annem, babam yine ekmek parası peşine farklı farklı benlerin memleketinde. Anneme sarılıyorum ağlıyorum.

Haftalardır aynı rüya, her seferinde yanımda annem…

Rüyada gördüğüm adamın kaderi annemin dayısıyla bir…

Topraktan gelen, toprağı kaderi kabul eden bu adam bundan bir kaç yıl evvelinde kolon kanseri sebebiyle gözlerimin önünde böyle can verdi.

Üstünde bıçak vardı, neden diye sordum.Cevap vermediler…

Babası gurbette çalışan bir erkek çocuğunun tek başına uyuyamamasının sebebi neydi?

O zamanlar korku sanıyordum lakin şimdi anlıyorum, sebep bu değilmiş.

Bizim oralarda her çocuk ölü görmüştür, her aileden genç yaşta toprağa giden çıkmıştır.Her kadının, her çocuğun, her kocanın içinde bir korku vardır.

Şimdi durum değişti , babam evde ben gurbetteyim her telefonu seni çok özledim diye kapatıyorum.

Bugün günlerden 26 nisan…

Yani kanser denen illetin yakamıza yapıştığı o kara gün…

Etrafına duvar örülmesi sebebiyle sadece % 20 zararını hissedip kahrolduğumuz Çernobil faciasının yıl dönümü.

Dönemin Sanayi ve Ticaret bakanı Cahit Aral'ın Brezilya'dan getirttiği çayı "bakın ben içiyorum siz de için" diyerek devletin elinde kalan kanserojen çayı halka dağıtacağı o acı günlerin başlangıcı.

7 yaşında çocukların ellerine ihracat fazlası diyerek kanserojenli fındıkların dağıtılmasının da başlangıcı.

Bu ülkede yarım kilo fındığın insan hayatıyla eşdeğer olduğunu anladığımız o kara günler…

Geçmiş zaman kullandığıma bakmayın bugün hala sakat çocuklar doğuyor Çernobil belası yüzünden.

Çernobil geçmiş olmasın, zihinlerden silinmesin.

Hayatını kaybeden çocukluk arkadaşlarımız için, annelerimiz - babalarımız için geçmiş olmasın.

Unutulmasın…

Kazım Koyuncu ve onun gibi binler için...

24 Nisan 2013 Çarşamba

Bir Garip Hikaye


Havalar yine soğumuştu,güneş bulutların ardından utanarak bakıyordu.Yeryüzü öylesine kirliydi ki aylardır yağan yağmur, pislikten başka bir şey getirmemişti.Her yer çamur her yer gri renkti.

Terkedilmişlerin ıssızlığında bir kaç güvercinin sesi bozuyordu sessizliği, güvercinler hararetli bir tartışma içindeydi. Bir kısmı yeşil rengin hiç olmadığını,insan denen yaratığın bir uydurmasından ibaret olduğunu savunurken, diğer kısmı güvercinlerin asırlar önce yeşilliklerden edindiği besinlerle yaşamlarını sürdürdüğünü iddia ediyordu.

Güvercinlerden biri inatla bunun olamayacağını,güvercinlerin asırlardır insan pisliğiyle beslendiğini söyledi.Tartışma hararetlenmeye başlamışken gök yüzünün  çığlığı duyuldu.

Güvercinler deliklerine çekildi.

Ertesi sabah güvercinler beslenmek için bok çukurlarına doluştular, çeşit çeşit insan pisliği yediler.Bok için birbirlerine düştüler...

Derken bir tartışma daha çıktı aralarında, en yaşlıları güvercinlerin eskiden beyaz olduğundan dem vurdu. En toyları çamur renginden başka güvercin olabileceği fikrine bile dayanamadı, ihtiyar güvercini zayıf kanat darbeleriyle daha da yordu. İhtiyar kanadını kırarak kovuğuna çekildi.
Akşam olduğunda insanlara yem olmak üzere hazırlanan güvercinlerin alnına bok sürüldü,ayinlerle uğurlandılar.Kahraman ilan edildiler. Bu ikisi belki de bir milyonuncu kurbandı. Asırlardır bok içinde esaret çeken bu güvercinlerin gerçekten de bembeyaz , yeşillikler içinde yaşayan toprağın avucundan su içen ataları vardı...
Peki ama ne olmuştu onlara?

Anlatalım...

İnsanoğlunun ricalarını kıramamışlardı, insanoğlu bir istediğinde güvercinler iki vermişti. Solucan yerine insanoğlunun ürettikleriyle beslenmeleri söylendiğinde itiraz etmemişler, edenleri de umursamamışlardı. Bok yemek solucan aramaktan evla gelmişti.

İnsanoğlunun gücüne karşı koyamamışlardı,solucanlardan vazgeçtikleri gün,renklerinden de vazgeçmişlerdi.

Renkleri özgürlükleriydi...


Solucanları elinden alınan güvercinlere benziyoruz...

Solucanlarımızı verirsek renklerimiz solar, renklerimiz solarsa biz biz olmayız...

Bizler şahin değiliz,bizler aslan yahut kaplan da değiliz,bizler güverciniz...