9 Haziran 2014 Pazartesi
Çi-Çi (Tek Parça)
Hava yağmurlu,
Bir yerlerde ateş sönmüş,is kokusu var.
Bu iyi değil,uğursuzluk sayılır.
Çi-Çi çadırdan içeri seri adımlarla giriyor, kardeşi Ho-han'ın yüzü toprak karası.
Ulular sessiz,toylar daha sessiz.
Bir ölüm sessizliği var,henüz ölüm yokken ortada.
Yanılıyorsun, bu matem sessizliği değil, utancın sesi.
Ho-Han kararını vermiş,meclisi eteklerden kafasını kaldıramıyor.
Akşam bastırdı,güneş siperine çekildi.
Yağmur sonrası toprak kokusu var, bir de uzun saçlı bir asyalı.
Kafasını yerden kaldıramıyor, yüzü yok gibi.
Oysa utanmak denemekten değil,durmaktan doğmalı.
Sessizliği bölecek bir ses bekliyorum,gelmiyor.
En kara anda doğacak bir güneş olmalı, yahut bir koyun inmeli gökten.
Tanrı bir işaret vermeli.
Mümkünü yok.Tanrılar işaretlerle vakit kaybetmez.
O kadar durgun ki her şey,bir çocuk çığlığı dahi dünyayı değiştirebilir.
Dünya sarı mıdır acaba?
Dümdüz ve sarı, sanmıyorum.Bir yerlerde hala ağaç olmalı.
Kalk!!! diye bağırdı bir aksakallı.
Yüzü yalaz karası,sakalı ak bir bozkır tavşanı.
Şimdi dedi,sevenlerini yanına al bir de bu kitabı.
Fergana vadisinin tüm ganimetlerini atlara yükle ve doğuya doğru koyul.
Güneşin kaşlarını çattığı yerde duracaksın.Orası senin yurdundur.
Yurdun sana rehber olsun.
Çi-çi'nin ardına o gece 1517 er düştü.
Günler sonra iki çıplak tepenin ardında batmaya yüz tutmuş güneşi gördüler.
''İşte yurt burasıdır'' dedi Çi-Çi
Peki rehber nerede?
Ya ganimetler nasıl korunacak?
Bir duvar örmek lazımdır.
''Arbuz'' diye bağırdı Çi-Çi,
Arbuz koşar ayak geldi.
''Sen'' dedi Çi-Çi, ''Bıldır Rum diyarındaydın, ne gördün ne öğrendin?''
''Kadın gördüm,şarap gördüm,kısa saçlı alpler gördüm'' dedi Arbuz.
''Ya duvar? Duvar görmedin mi?''dedi Çi-Çi
Arbuz atıldı, ''Devasa duvarlar gördüm,fetihsiz kaleler gördüm.Ersiz ordular,başsız bacaklar gördüm.''
''Öyleyse'' dedi Çi-Çi buraya onlardan yapacaksın.
Arbuz kafasını onaylar manada aşağı yukarı salladı.''Emir olur'' dedi.Geldiğinden daha hızlı koşarak döndü.
Arbuz evet dedi,demesine ama görmek demek bilmek demek değildi ki.
Bir duvar örmek ne kadar zor olabilir.
Otağlar kuruldu,avlar pişirildi.
Artık burası Çi-Çi'ye yurt oldu.
Erleri gürbüzleşecek,avları sersemleşecek,yağısı korkacak.
Zaman Çi-Çi'ye katip olacak.
Zaman geçiyor,günler birbirini kovalıyordu, duvar yükseliyordu.
Arbuz bu işi iyi beceriyordu.
Şayet Tanrı'yı yaratırken seyretse,pek ala insan yaratabilirdi.
Her bir yandan demir sesleri geliyor.Demirciler öyle vuruyor ki demire,duyan çağan sanır.
Tahtalar yumruklanıyor,koyunlar boğazlanıyor.
Dutarın tellerine daha da sert vuruluyor.
Çadırın önünde bir karmaşa var.
Çi-Çi eğri kılıcının kabzasından sıkıca kavrıyor dışarı atılıyor.
Telaş yersizmiş,gelenler Part ülkesinden iki rahip.
Partlar Yüe-Çi'lerle savaş halindeler.
Güçlü Yüe-çi okçularına karşı ağır zırhlı birlikleri ağır yenilgiler alıyor.
Çi-Çi'nin çadırına giriyorlar.
Rahiplerden kel ve nispeten daha çirkin olanı konuşmaya başlıyor.
Yardım istiyor.
Çi-Çi'nin ordusu henüz güçlü değil.
Ve fakat yardım isteyecek kadar güçsüzler de var.
Pekala diyor Çi-Çi.
Sizi korurum.
Kardeşim Ho-Han ırkına ihanet etti.
Çinlilerle işbirliği yaptı.
Topraklarımızı, kadınlarımızı, hayvanlarımızı bölüştü.
Ben sizi koruyacağım,sizin çocuklarınız ve kadınlarınıza dokunamayacaklar.
Ama önce duvarımın inşasını bitirmeliyim.
Çi-Çi rahipleri de yanına aldı, Arbuz'un yanına vardı.
Duvar yükseliyordu ve fakat bu ziyadesiyle yavaş oluyordu.
Bozkırda yavaş olmak ölümü çağırmak demektir.
Rahipler aralarında fısırdaştılar.
Al suratları kırmızı kaftanlarının arasından güçlükle seçiliyordu.
''Biz de sana yardım edeceğiz'' dediler.
Sana kale yapımını bilen askerler göndereceğiz.
Çi-Çi düşündü,mantıklı buldu.
Aradan bir hafta geçmeden yüz kadar kırmızı pelerinli kalkanlı adam Çi-Çi'nin ülkesine geldi.
Hiç Part askerine benzemiyorlardı, Hun olamayacak kadar da iri yarıydılar.
Dillerinden de pek bir şey anlaşılmıyordu.
Ve fakat; duvar işinden anladıkları belgindi.
Peki ama kimdi bu kırmızı adamlar?
Afşın ağlıyor. Yağız erler, yaman taylar suskun.
Nallar aynı yerin üstünden kırkıncı kere geçiyor.
Oysa toprak diri, ölüm haberi çıkmamış.
Sapsarı bozkırın ortasında ondan daha sarı taşlar.
Üst üste dizilmiş, bekliyorlar.
Neyi bekledikleri belirsiz.
Neye benzedikleri de.
Çi-Çi ona duvar diyor.Kırmızılı askerler kale.
Türk için kale yıkılacak yer demek.
Duvar aşılacak bent demek.
Erler üzgün,Çi-Çi kayıp.Keşke bu kadar belirsiz olmasa sonu.
''Olsun, yemek bizimdir,yol bizimdir,geçmiş öldü.Gelecek bizimdir'' dedi kırmızı giysili adamların en irisi.
''Ya Crassius'un kılıcı altında olsaydık? Atınız, silahınız, ekmeğiniz olacak mıydı?Kaldırın kafanızı yerden.Romalı bir köle olarak mı ölmek istiyorsunuz?,Özgürlük çağının en tepesi değil en dibidir.''
Güzel konuşuyordu.Doğrusu yüzü ile dili orantısız gelişmişti.
Roma? Crassius?
Bunlar Sarı Dünya'nın alışkın olmadığı isimlerdi.
''Adın ne asker'' diye bağırdı Çi-Çi.Sesi bozkırdan çıkıp Rum kayalıklarına vurdu.
Dağ,taş adını söyler sanıldı.
''Pontefix efendim'' dedi çirkin adam.Bu leyjonun Legatusuyum.
''Legatus nedir'' dedi Çi-Çi.
''Önderleriyim efendim'' dedi Pontefix.
Çi-Çi eğri kılıcını yere vurdu,kaldırdığı toz yere inmeden konuşmaya başlamadı.
Bekleyiş ziyadesiyle uzun sürdü.
Lakin tek ses tek nefes duyulmadı.
''Bundan sonra yüzbaşısın'' dedi.
''Emredersiniz'' dedi Pontefix.
Ve fakat yüzbaşı ne demek bilmiyordu.
Bucaksız bozkırın ortasında bir Roma lejyoneri anlamını bilmediği bir görevi üstlenmişti.
Ağaçsız diyarın deresi menderes olur.
Roma'nın elinden kendini kurtaran 100 kadar lejyoner, bu sefer de Partların eline düşmüştü.
Şimdiyse devletsiz bir Yabgu'nun kılıcı altındaydılar.
Çi-Çi özgürlüğün peşindeydi,askerleri Çi-Çi'nin.
Peki bu adamlar?Onlar neyin peşinde?
Pontefix'e alaçyağız bir at verildi.O bir yüzbaşıydı artık.
Atının nalı tunçtan işlendi.
Kemeri geyik derisinden.
Türk'ten aşağıda tutulmadı.
Köleden de yukarıda değildi.
Ho-Han bir kere daha haber yolluyordu.Çi-Çi'nin kellesine karşılık askerlerinin canını bağışlayacağını söylüyor.
Buna karşılık gönderdiği her ulağın dili domuzlara yediriliyordu.
Günlerden bir gün,Çi-Çi'nin aklına ihtiyarın verdiği kitap düştü.
Sahi ne yazıyordu o kitapta ?
Kabı tunçtan sayfaları demirden dövülmüştü.
Bir yüzü göğe bir yüzü yere bakardı.
Çi-Çi aradığından yoksundu, kitabın varlığından kuşkuya düşmüştü.
Ya hayalse?
Hayal başıbozuklar içindir.
Tüm oba alt üst edildi,atların nallarından otağın direklerine kadar.
Yok.
Bu kadar yol olmayan bir kitap için mi gelindi?
Çi-Çi'nin büyük başı nasırlı avuçlarının arasında gittikçe küçülüyordu.
Bu düşünme hali kısa sürmeli.
Asker aç,taylar yorgun,oba kurumuş.
Her şey bu kadar kötüyken Çi-Çi iyi olmak zorunda.
Demir sesleri daha cılız geliyor artık.
O yağız taylar inleyen bir kuçik.
Oturduğu yerden hızla kalktı, yüzündeki o ifade de neyin nesi?
Kızgınlık mı?Hınç mı? Hırs mı?
Yumruğunu öylesine sıkmıştı ki kemiğinin sesi obanın diğer ucundan duyuluyordu.
Arbuz'a yaklaştı, sağ eliyle ensesinden kavradı.
Arbuz iki ayak üstünde duran bir ayıdan daha iriydi.
Lakin Çi-Çi'nin pençesi onu yeni doğmuş bir kancık eniğe çevirdi.
Arbuz'un korkusunun kokusunu Sabir diyarından kurtlar aldı.
Ardına düşmeleri yakındır.
''Söyle çabuk ihtiyar nerede'' dedi Çi-Çi
''Hangi ihtiyar,buradaki en ihtiyar er kocamış bir kurdun iki katı yaşındadır''
Çi-Çi tek hamlede yere yatırdığı Arbuz'un boğazına çöktü, Arbuz çırpınmıyordu.
Çırpınması lazım.
Çi-Çi'nin keçi başlı hançeri kaftanının altından sırıtıyordu.
Sol eliyle Arbuz'u boğan Çi-Çi sağ eliyle de hançerini çekti.
Ve vurdu.
Arbuz'un sağ yanağında işaret parmağı boyunda bir çizik beliriverdi.
Çi-Çi, hançerini topraktan söktü.kabzasından sıkıca kavradı.
Beline takmadı.
Çadırına ilerledi.
Düşünüyordu...Düşünmek ?
Neyi düşünüyordu?
Belki de bir hata içerisindeydi.
Kafasını kaldırınca çadırının sağ köşesindeki çürümüş kurt kafasını gördü.
Muhtemelen kurt da düşünüyordu.
''Tamam'' dedi.
Belki de bu bir işarettir.
Şayet işaretse özgürlüğümüz için direneceğiz.
Belki de bir hayaldir.
Şayet hayalse,özgürlüğümüz için savaşacağız.
Zira işaretlere acizler ihtiyaç duyar.Kahramanlar yaşar ve başarır.
Çi-Çi kavminin son umuduydu
Başarmak ölmek gibi olacak.
Derin bir nefes çekti, eşikten adımını attı,diğer adımını da arkasından.
Dışarı çıkıyordu.
Sararmış toprak selam duruyordu,kurtlar kuşlar böcekler tabur tabur olmuştu.
Erleri sıra sıra dizilmiş,tayları kuyruk dikmişti.
Derken bir ses böldü huzuru.
''Evlat'' dedi.
Bu ihtiyarın sesiydi!
Çi-Çi arkasını döndü, ihtiyar gümüş tahtta oturuyordu.
İhtiyarın kaftanı tahtın dört bir yanını örtmüştü,sanki havada duruyordu.
Çi-Çi lâl kesildi,
İhtiyar ondan lâl.
Bir uzun suskunluk peydah oldu.
Konuşsalar, manasız kalacak.
Susuyorlar sebebi bilinmez.
''Altından sarı, ejderhadan yağız bir atın olacak,
Adı Akal-Teke'dir, sana ölüm getirecek,
Açlık getirecek,acı,yoksulluk getirecek.
Onu, hava öleyazdığında bir sulağın ardında göreceksin.
Çılga bir yolu aşıp, alaç bir ağacın altına oturacaksın.
Yanına vardığında yüzün dönmezsen halin viran olacak.
Oban revan olacak,çok milletin az,az derdin çok olacak.'' dedi ihtiyar.
Çi-Çi gülüyordu.Bu akılsız ihtiyarın kim olduğunu kestirebiliyordu.
''Sen Erlik'sin dedi. Yaşdaşım Ho-han'ın aklına kara çalan, atam Mete'yi ölüme vardıransın.
Bir kara büyü,belki de kımızdan kalansın.''
''O atı sevme,aldanma.
Senin sonun o'dur.'' dedi ihtiyar.
Çi-Çi kılıcını çekti ihtiyarın üstüne doğru koştu.
Kılıcını indirdi,Gümüş taht ortadan ikiye bölündü.
Çifte su verilmiş kılıcının çıkardığı ses obanın dört bir yanından duyuldu.
Gümüşten çıkan ateş Ho-Han'ın ülkesinden görüldü.
Lakin İhtiyar'a hiç bir şey olmadı.
Çi-Çi kırdığı taht ile kaldı.
İhtiyar kaybolabiliyordu,bu olsa olsa karaarbuzdu.
Artık daha emindi,ak sakallı ihtiyar Erlik'in ta kendisiydi.
Lakin, bu at masalı da neyin nesiydi?
Hikayeye inanmamıştı,lakin atı görürse ne yapacaktı?
Şeytana inanıp da sağ kalan mı var diye düşündü.
Kılıcını kınına yerleştirdi, çadırın kete perdesini araladı.
Dışarı adımını attı.
Duvara doğru yavaş adımlar attı.
Duvar yükseliyordu.
Bir kaç zaman önce yüzüne hançer vurduğu Arbuz'u gördü.
Adımlarını hızlandırdı.
Arbuz kılıcını çıkarttı,kabzasından sıkıca kavradı, Çi-Çi'nin üstüne yürüdü.
Kılıcı ters çevirdi kendi göğsüne bastırdı,kabzasını Çi-Çi'ye uzattı.
Çi-Çi kılıcı aldı, yere sapladı.
Keçi başlı hançerini çıkardı,Arbuzun kemerine taktı.
Yüzbaşı Arbuz!!! diye bağırdı.
Suratındaki iz senin rütbendir.
O günden sonra Çi-Çi'nin ordusunda yüzbaşıların yanağına hançer çiziği atıldı.
Bir yüz yarası bu kadar onur verebilirdi.
Çi-Çi karataya atladı.Dört nala uzaklaştı.
Güneş günün ortasında kaybolmuşken Çi-Çi de gözün göremeyeceği yerlere gidiyordu.
İhtiyar haklıydı, gün zamansız ölüyordu.
Çi-Çi'nin atı bir sulak otluğa doğru koşuyordu.
Derken O'nu gördü.
Kapkara ufukta altından bir tay.
Şayet o taysa,Çi-Çi'nin bindiği neydi?
Sanki karatay, Tayların tanrısına koşuyordu.
Çi-Çi çılga yolu gördü,ardında bir alaç yağız.
Gözünü kapadı açtığında alaç ağacında altında yatıyordu...
''Alaca bir tepenin ardı belirsiz mavi,
Belki gök belki deniz,
Belgin bir şeyler var belki,
Belki bir kara arbuz.''
''Vururken dutarın teline baksı,
Kesildi küheylanın aksi,''
Çi-Çi elini uzattı,tayın yelesi avuçlarına doldu.
Aklına ihtiyar düştü,gönlüne sevda.
İhtiyar korku veriyordu sevda huzur.
Elbet ki sevda kazanacak.
Korku dolu sarı dünya, oysa; Huzur, bir avuç tuz deryada.
At eğersizdi, Çi-Çi tedbirsiz.
''Tedbir ödleğe gerek.'' dedi kendi kendine.
İhtiyar alma o atı demişti.Erlik'in dediğinin tersini yapmak gerekir.
Çi-Çi obaya yaklaşırken,erleri kılıcını çekti kınından.
Altından bir top yuvarlanıyor, Tanrı'dan haber var sandılar.
Tanrı dahi olsa, bu denli küstahça giremezdi obaya.
Sarı ateş büyüdü,büyüdü,büyüdü.
Ateş topunun üstünden Çi-Çi indi.
Pontefix!!! diye bağırdı.
''Bu atım Akhal'dır.Yemini ver, diğerlerinden ayrı yerde tut.Taydan yukarıda,yardan aşağıda olsun.''
Pontefix ata aşık olmuştu, olmaması düşünülebilir mi?
Helen'in kızı olmalı diye düşündü.
Oysa Helen, Akhal'ın yanında Rumlu fahişelerden halliceydi.
Bu tay Pontefix'in Çi-Çi'ye olan saygısını katmerlemişti.
Tanrıların hediyesi olduğunu düşündü.
''O tanrının gölgesi'' dedi kendi kendine.
''Hayır'' dedi Beydili.
Beydili, Çi-Çi'nin at uşağıydı.
Akhal'ın yanına vardı,elini yüzüne sürdü.
At uykuya daldı.
Tekrar ''Hayır'' dedi Beydili.
''O gölge değil.Tanrı'nın ta kendisi''
''O bir yalavaç''
''Bu duvar da onu Tanrı'ya bağlayacak,insanlar binlerce yıl boyunca bu duvara yüzlerini sürecekler ve ağlayacaklar.
Dünyanın dört bir yanından gelip af dileyecekler.
Bu duvar yalnızca bir duvar değil,bunu görün.'' dedi Arbuz.
Pontefix güldü ''Yüzbaşı Arbuz,sizi üzmek istemem sanırım Tanrıların bundan haberi yok.''dedi.
''Zaman kaybetmemek lazımdır'' dedi Beydili, siz erlerinizin başına dönün, ''Akhal benimledir.''
Pontefix birliğinin başına döndü.
Kılıç sesleri kulakları yırtmaya başlamıştı.
Romalıar Çi-Çi'nin gözüne girebilmek için birbirlerine olanca gücüyle vuruyordu.Kalkanlardan çıkan ses bir kam davulunu dahi bastırabilirdi.
Romalılar Sarı Dünya'da görülmemiş bir şey yapıyordu.
Kalkanlarının neredeyse vücutlarının tamamını kaplıyor oluşu yeterince şaşırtıcıydı zaten.
Ama bu başbaşka bir şeydi.
Hepsi tek bir komutla kalkanlarını birbirlerinin üzerine örtüyor.Kızıl bir kaplumbağaya benziyorlardı.
Yavaş adımlarla ilerlerken hiç bir darbe onları durduramıyordu.
''Olmaz'' dedi Arbuz.Siz hiç Türk okçusu görmemişsiniz.
''Ho-Han'ın atlıları kabuğunuzu paramparça eder.''
Arbuz ile Pontefix arasında yaşananlar hiç de hoş değildi.
İkisi de Yüzbaşı idi.
Ve bu Ordu'nun henüz bir binbaşısı yoktu.
Arbuz sırtından oku çıkardı,yayına gerdi.
Bu yay Tamu'dan çıkmış olmalı.
Tutkalı Erlik'in damağından olmalı.
Oysa ok uçmak'tan türküler söylüyordu.
Pontefix oktan çıkan ıslık sesine şaşıp kalmıştı.
Arbuz gülümsedi,atını çağırdı.
Duvar'a doğru ilerliyordu.
Duvar gittikçe yükseliyordu.
Doğrusu Romalılar duvar işini Türklerden çok daha iyi biliyordu.
Kara kıyafetli iki ulak geliyordu.
Doğrusu pek hayırlı haberler getiriyor gibi değillerdi.
''Çi-Çi Yabgu'yu arıyoruz'' dediler.
Demeleriyle alınlarından oklanmaları bir oldu.
Acaba ne haber getirmişlerdi?
Belki de barış olacaktı.
Belki de Ho-Han yolundan dönmüştü.
Olsun, Tanrı dahi olsa Çi-Çi'nin obasında saygısızlık ölüm demektir.
Böylece obaya iki tay daha katılmış oldu.
Akşama ziyafet var.
Düşmandan alınan taya binilmez.
Davul sesi duyuldu?
Bu Baksı'nın davuluydu.
O gün gelmişti.
Obanın ortasında yakılan alevin etrafında toplanıyordu erler.
Kara Yalaz'ın anlamını herkes biliyordu.
Arbuz kılıcının sapından sıkıca kavradı, obaiçine doğru yürümeye koyuldu...
Ateş göğe varmıştı, şayet tanrı varsa ayakları yanmış olmalı.
Karaorman yanıyor gibiydi.
Dumanı ala kendi kara bir yalaz bozkırı aydınlatıyordu.
Şaman gözüktü uzaktan.Anlamını herkes biliyordu.
Pontefix ve erleri hariç.
Şaman ateşe yürüdü, Çi-Çi dizlerinin üstüne çöktü.
Erleri yere bakıyordu.
Şamanın adımları ağırlaştı.
Çi-Çi'ye doğru baktı.
Çi-Çi de ona.
İkisi arasında bir şeyler oluyordu.
Kimse anlam verememişti.
Bu bakışma sıradışı şeylerin habercisiydi.
Sıradışılık bu obaya o kadar da sıradışı gelmiyordu.
Şaman alevlere iyice yaklaştı.Alevlerin boyu küçüldü.
Kancık bir kuçik gibi başını eğdi.
Şaman Karayalazın alnını okşuyordu.
Biraz sonra olacaklar hakkında herkesin bir fikri vardı.
Lakin bu uzun zamandır görülmeyen bir olaydı.
Belki ataları,belki atalarının ataları zamanında görülmüştü.
Şaman önce davulun attı alevlerin içine.
Sonra tokmağını,sonra ayaklıklarını.
Ayakları çıplaktı.
Sıcaktan yerinde duramaması gerekiyordu.
Alevlerle eğleşen bir adamdı, ayağının ısınmasından mı kaçacak.
Obadan tek bir ses çıkmıyordu.
Bu adam neden kıyafetlerini yakıyor diye düşündü Pontefix.
Askerleri şaşkınlık içindeydi.
''Yüzbaşı Pontefix!!!'' diye bağırdı Çi-Çi.
Aranızdan birini seçin ve kendisini Yalaz'a versin.
Pontefix ve askerleri şaşkınlık içindeydi.
Çi-Çi ortada hiç bir şey yokken aralarından birisinin ölmesini emrediyordu.
Pontefix bir adım öne çıktı, ''Ben gidiyorum'' dedi.
Erleri şaşkındı.
Pilumnus ''Hayır ben'' diye bağırdı.
Pontefix onu dinlemedi ateşe doğru yürüdü.
Adımlarını hızlandırdı.
Kıyafetlerini çıkardı.
Gözlerini kapadı,bozkır rüzgarı uzun sarı saçlarını savuruyordu.
Yüzünde korku namına en ufak bir şey yoktu.
Çi-Çi kafasını eğdi.
Ateşe üç beş adım kaldı.
Derin bir nefes aldı pontefix.
Nefesi aldı,veremedi.Zira ensesinden yediği yumruk onu bayılttı.
Pilumnus'tu bu. Yüzbaşı Pontefix'i bayıltıp ateşe o atladı.
Bağırmıyordu.Sanki ateşe değil deryaya atlamıştı.
Romalılar şaşkındı.
Aslanlarla dövüşmüşler, ejderhalarla vuruşmuşlardı.
Ama bu kadarını onlar bile görmemişti.
Çi-Çi ayağa kalktı.
Pontefix hala baygındı.
Romalı ikizler Panates ve Ranaer öne çıktılar.
Çi-Çi ikisine yaklaştı.
Kulaklarına doğru eğildi.
''Siz de artık benim ordumun bir parçasısınız,ben de artık sizin bir parçanızım''
dedi.
Şaman?
Şaman ateşe ilk adımını attı.
Bir dakika,bu şaman değildi.
Bu Argun'un ta kendisiydi...
Argun Çi-Çi'nin katunuydu.
Öyle güzeldi ki, çizgi gözlü bir Çinli'yi merkep eder.
Kokusunu rüzgara vermeyedursun, kesilmez kasırgalar.
Şayet Tanrı bir zevce alacak olsa bu şüphesiz ki Argun olurdu.
Peki ama şaman kıyafetleri içinde burada ne yapıyordu?
Çi-Çi'nin gözleri kocaman oldu.O heybetli komutanın elleri titriyordu.
Demek bunca zamandır şaman diye Argun'a bakarmış.
Tüm ordu kafasını yere eğdi,iki aşık ölümcül bir sessizliğe gömüldü.
Bu sessizliğin neler getireceğini herkes biliyordu.
Çi-Çi biliyordu, Argun biliyordu.
Arbuz biliyordu, taylar biliyordu, kısraklar ve uşaklar.
Ve hatta Kızıl etekli Romalılar.
Yine de çıt çıkmıyordu.
Argun kıyafetlerini çıkardı ateşe attı.
Artık çıplaktı.
Bunu bir tek Çi-Çi görebiliyordu.
Doğrusu; ölmek kutsanacaksa bu şimdi olmalı.
Çi-Çi'nin gür sesi inledi sarı dünyanın ortasında.
Derelerin çağlaması, çağınların ağlaması durdu.
Dutar dilsiz, davul şamansız.
Bir tatlı meltem vurdu saçının altından.
Uzun örgülü saçları savruldu.
Çi-Çi bir daha bağırdı.
''Bugün, dönmek isteyenin son günüdür.Bugün Tanrı'nın dünyadan el çektiği gündür.Bugün bizim için düğün,korkak için ölümdür.Bizler bir hayalin peşinde yürüyoruz.Viran şehirler gördük, doğmadan ölmüş bebekler, beysiz kalmış obalar gördük.
Çocuklarımızın çocukları,kadınlarımızın özgürlükleri için savaşacağız.Kuru sarı toprağa su, kumdan ülkelere yel olacağız.''
Şaman kendisini ateşe attı.Çi-Çi'nin yeşil gözleri açılıp kapanmıyordu.Biliyordu ki bir kere kaparsa yaş ile açılır.Bey ağlarsa oba ne yapar.
Sevdiği kadın kendisini ateşe atmıştı.
Şaman ölmüştü.
''Artık Tanrı'dan aman dilemek,yardım istemek yok.Aciz düşmek,sürünmek yok.'' dedi Çi-Çi.
Savaş yaklaşıyordu.
Çinlilerin solundan Ho-Han'ın kara kıyafetlileri görülmeye başlanmıştı.
Kalenin inşası bitmişti.
Çin ordusunun bir ucu İran'dan gözükürken diğer Ucu Çin duvarından aşmamıştı.
Çi-Çi ise 1515 Türk ve yüz romalı ile bekliyordu.
Cenk vakti gelmişti, umut artık belirsiz bir hayal değil.
Umut kargıların ucunda.
Özgürlük alacatepenin ardında.
Peki Akhal nerede?
Çi-Çi'nin ıslığıyla ipini koparıp geldi.
Çi-Çi atına bindi.
Atını sağa ve sola sürdü.
İleri ve geri.
Keçi başlı kılıcını havaya kaldırdı.
Oba kaynıyordu.Tamu dedikleri vız gelir.
Çinlilerin gelmesi yakındır, ölümün daha da yakın.
Bir atanın torunları iki obada.
Birinin öncüsü Çinli diğerinin ardı Roma
Sarı cennetten kısraklar diz vursun!
Ak tepenin çağını çağlasın
Çılga yolları aşsın keçiler
Kavuşmasın güne en kara geceler
Cenk geldi çattı.
Çi-Çi'nin obası hazır mı?
Hiç ölmeye hazır olunur mu?
Korkuyorlar mı?
Korkmadan olur mu?
Tanrı dahi korkar.
Korkmasa insanları neden yaratsın.
''Gördünüz, kokusunu hissettiniz,çığlığını duydunuz.Tanrı'nın elçisi tam da burada yanarak öldü.Onunla beraber Tanrı da öldü.Dün gece burada Tanrı'yı yaktık.Artık korkacağımız kimse kalmadı.Yardım dileyeceğimiz kimse yok.Kazanacağız.!!!'' diye haykırdı Çi-Çi.
Sesini duyar oldu Tanrı.Gök gürledi.
En kara bulutlarla geliyor Çinliler.
Özgürlük korkunun ardındadır.
''Yerlerinizee!!'' diye bağırdı Pontefix.
Ardından Arbuz.
Çi-Çi miğferini taktı ordusunun en önüne geçti.
Kardeşi Ho-Han uzaktan görülüyordu.
Ordu'nun en önünde Hunlar vardı ve de Yüe-Çiler
Şaşırmadı.
Romalılar balık pulu halini aldı.
İlk defa bozkır savaşına katılacaklardı.
Kılıçlarını kalkanlarına her vurduklarında yerden göğe bir çığlık yükseliyordu.
Bu bir isyan,hayır bu sadakatin sesi.
Demirden bir kartalın çığlığı bu.
Hayır ölüme çağrı.
İki ordu karşı karşıya geldi.
Çi-Çi kalenin içinde yüz kadar okçu bıraktı.
Tanrı seviniyor olmalı.
İki Frank kadınını sevişirken izlemek yahut iki Hun'u savaşırken.
Ne şanslı, ikisini de gördü.
Çi-Çi atını ordusunun en önüne sürdü.
Akhal Çi-Çi'yi dinlemiyordu.
Bir çocuk kadar şendi.
Oysa ölüm az ötede.
''Boyun eğmeyeceğiz.Çünkü bu, şan ve şerefle yaşamış ecdadımıza karşı büyük bir ihanet olur.Atalarımız bize geniş ülkelerle birlikte hürriyet ve istiklali de emanet ettiler.Savaşçı ve süvari hayatımız sayesinde adı yaancıları titreten bir millet olduk.Korumakla vazifeli olduğumuz bütün bu emanetleri, adi bir ömür uğruna feda edemeyiz.Hepimizin bildiği gibi savaşta erlerin kaderi ölümdür.Biz ölsek de kahramanlığımızın şanı yaşayacak,çocuklarımız ve torunlarımız diğer kavimlerin efendisi olacaktır''
Çi-Çi konuşmasını bitirdiğinde gök ağladı.
Yağmur, bozkırı bataklığa çevirdi.
Gök gürlüyordu.
Çi-Çi ve 1615 kahramanının karşısında 50 bin kişilik Çin ordusu.
Çinliler 50 at mesafesi geri çekildi.
Çi-Çi kılıcını kaldırdı.
Ve bağırdı
'İleriiiii!!!''
Cenk şiddetlenmişti.
Çi-Çi ikiyüz kadar çerisiyle Çin kuvvetlerini yarıp geçmişti.
Şimdi geri dönmesi gerekiyordu.
Kalede bıraktığı yüz okçu saklanıyordu.
Şayet kalenin önüne çekebilirse Çinlileri savaşı da kazanabilirdi.
Romalılar kaleden beşyüz adım ötede bekliyordu.
Çi-Çi'nin planına göre; Çin kuvvetleri Romalılarla zaman kaybederken Çi-Çi ve askerleri bir çember oluşturabilecekti.
Kara kılıcını göğe kaldırdı Çi-Çi.
Etrafındaki yüz kara çerisiyle geri çekilmeye başladı.
Akhal Teke öyle koşuyordu ki atılan oklar ancak rüzgarına dokunur.
Çinlilerin peşlerinden koşması gerekiyordu.
Koşmadılar.
Bir çığlık yükseldi Çin ordusunun tam ortasından.
Atlılar geliyordu.
Oklu atlılar.
Tıknaz Çinliler böyle ok atamaz.
Bunlar Hun.
Ho-han ve adamları geliyor.
Çi-Çi bunu hesaba katmamıştı doğrusu.
Romalılar önderleri Pontefix'in işaretiyle ileriye atıldılar.
Çi-Çi Pontefix'e bir göz kırpma anından kısa vakitte bir bakış fırlattı.
Senelerce oturup konuşsalar bu denli anlaşamazlardı.
Emir,rica,şükran...
Her şey bir anda oldu.
Romalılardan gelen çığlık sesleri Çi-Çi'nin gözlerini doldurdu.
İyi Romalılar, kötü Hunlara karşı dayanamadı.
Arbuz haklıydı.
Okçu atlılar Romalıları paramparça etti.
Çi-Çi atını durdurdu.
Ho-Han'ın üzerine sürdü.
Kılıcını delirmiş gibi savuruyordu.
Kılıcın dokunduğu erin belden altı atta kalıyor üstü yerde yuvarlanıyordu.
Çi-Çi kılıcını tekrar kaldırdı.
Bir sıcaklık hissetti ensesinde.
Bir hun oku ensesine saplanmıştı.
Atın üzerine yığıldı.
Akhal Teke şaha kalktı.
Şu dakika Tanrı inse yeryüzüne bu kadar ihtişamlı olur mu?
Dört nala kaleye koştu.
Çi-Çi'nin çerileri kalabalık Çinlileri ve hain Hunları durdurmak için sürdüler atlarını.
Durduramayacaklarını biliyorlardı, ölmek için sürdüler.
Çi-Çi kaleye girdi.
Kalenin içinde 200 kadar asker ve Çi-Çi kaldı.
Ho-han ve Çinliler kapıları zorluyorlardı.
Yolun sonu gelmiş gibi.
Çi-Çi ayağa kalktı.Ayakta zor duruyordu, omzunda bir milletin tüm yükü.
''Cesarete karşı hayranlık duymak ve bağımlı olmayı yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız hâlâ mevcut iken istiklâlimizi korumalıyız.''
Büyük bir gürültü duyuldu, kapılar kırılmıştı.
Çinlilerin o eşikten geçmeleri iki gün sürdü.
İkinci günün şafağında içeride Çi-Çi ve Arbuz'dan başka özgürlükçü kalmamıştı.
Arbuz sırtındaki on iki okla olduğu yere yığıldı.
Çi-Çi'nin uzun saçları yüzünü örtüyordu.
Gözleri kandan görülmez olmuştu.
Çinli komutan ''Haydi''dedi Ho-Han'a.
Elinde kılıçla yürüyordu.
Çi-Çi başını kaldırdı, Ho-han diz çöktü.
Çi-Çi gülümsüyordu.
Ho-Han ''Ölmek zorunda değilsin'' dedi.
Çi-Çi kafasını eğdi ''Evet,biliyorum'' dedi.
Ölmek üzere olan bir adamdan beklenmeyecek derecede atik bir hareketle kafasını bir anda kaldırdı.
Artık Ho-Han'ın suratında Çi-Çi'nin kanlı tükürüğü vardı.
Ho-Han'ın dizlerinin dibinde ise Çi-Çi'nin kafası.
Çi-Çi'nin güzel kafası sarı toprağın üzerinde yuvarlanıyordu.
Ölmeden önce ''Hain İhtiyar'' dedi.
İhtiyar bir Çinli atının üzerinde gülümsüyordu.
3 Haziran 2014 Salı
Kültürel Futbol/2
İnsanların kendilerine has özellikleri vardır. Bu özellikler insanın bulunduğu toplumdan aldığı diğer özelliklerle sentezlenerek birey kavramını oluşturur.Toplumlarda da buna benzer bir durum görülür.
Kendilerine has özelliklerinin, kalıtsallık dışında açıklanamayacak nitelikleri vardır.Bu konunun futbol ile buluştuğu noktayı eminim merak ediyor, yazıya ayırdığınız vakit için hayıflanıyorsunuz.
Gel gelelim futbolun başladığı yere.
Alman futbolu ile başlayalım;
Günde gideceği tuvalet sayısı dahi belirli olan, hayatta en hakiki mürşidin disiplin olduğuna inanan bu arkadaşlar, 1. Dünya Savaşı'ndan mağlup çıktılar. Yıllar geçirdiler bir savaşa daha girdiler. Bunu da kaybettiler.
Dümdüz bir ülkeye sahip oldular dememek için tek manileri yığın haline gelmiş cesetler oldu.
Yılmadılar yine çalıştılar, bugün yine dünyanın sayılı kuvvetlerinden oldular.
Alman futbolu da tam olarak böyle aslında.
Alman usulü futbolu Berlin Duvarı'na benzetiyorum ben.
Bakarsanız onlarca sıradan, birbirine benzeyen tuğlanın üst üste konulduğu saçma bir duvar.
Oysa öyle değil, yapılışı da yıkılışı da dünya tarihinde çok elzem bir yere sahip.
Onların futbolu da böyle, onlarca sıradan futbolcu bir araya geliyor,sıradan ustalar sıradan şekilde biçim veriyor onlara.Bir bakıyorsun ki muazzam bir yapı oluşmuş. Sanki alttaki bütün tuğlaları çeksen dahi üst taraf temelsiz havada asılı kalacakmış gibi.
Velhasıl kelam, Çin'den Amerika'ya soracağınız her gerçek futbolsever, Alman futbolu eşittir disiplin denklemini onaylayacaktır.
İngilizler ise daha farklı. Bu abilerimiz tarihte de bugün de sakin güç. Kısa bir iki örnekle anlatmak gerekirse;1800 1900 arası adından dahi söz ettirmeden Osmanlı'nın Kuzey Afrika topraklarındaki hakimiyetini eline geçirdi. Irak topraklarından en çok payı İngiliz şirketleri aldığı halde ihale Amerika'nın başına kaldı.
Gördüğümüz üzere adını dahi duyurmadan hem en çok kazancı sağlayıp hem de sempatik görünmek tam da İngilizce bir iş.
Almanlara her ne kadar muazzam disiplinli demiş olsak da, İngilizler disiplini yönetme konusunda Almanlara ciddi manada ders verir.
Öyle ki; Gary Lieneker Almanlara kendini övme fırsatı dahi vermemiştir.
''Futbol 11'er kişilik iki takım arasında oynanan ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur''
Bu efsane söz de bir İngiliz atasözü olmuştur artık. Ligleri her zaman en iyidir. En kaliteli futbol hep adada oynanır.İspanya Ligi'nde harcanan paralarla İngiltere liginde harcanan paralara bakarsak bunu çok daha net görebiliriz.Ayrıca unutmamak gerekir ki ''top benim oynatmıyorum'' deme hakkı da bu insanlarındır.Ne de olsa topu onlar buldu.
Fransızları da unutmamak gerek pek tabii.
Tarih baba eğer en tembel çocuğunu seçseydi bunlar kesinlikle Fransızlar olurdu bundan eminim.
Bu milletin insanlarının sıkacak parfümü ve topuklu ayakkabıları varsa karınlarının gurultusunun pek bir ehemmiyeti yoktur.Zaten yemek kültürleri de orta ve Kuzey Afrika kültürleriyle yoğun benzerlik gösterir.
Afrika'nın yemeğini ,altınını, elmasını çalan bu insanlar bu kadarla yetinmemiş insanını da çalmıştır.
Bugün Fransa ülke sınırları içerisinde yaşayan göçmen dedikleri aslen göçertilen insan sayısı 15 milyondur.
E pek tabii futbolda da bunu görüyoruz;
Atari oyunlarına dahi konu olan Fransa 98'de şampiyon olan kadronun ilk 11'inde tam 9 göçmen oyuncu vardı.
O dönem adı yeni yeni efsaneler arasına girmeye başlayan ''Zeyneddin Zeydan'' da bunların arasındaydı.
Neyse ki son üç dört yılda Afrikalı futbolcular kökenlerinin milli takımında oynamaya başladılar da, biz de bir nebze de olsa Fransız futbolu var mı yok mu karar verebildik. Cezayirlilerin Fransa hakkında söylediği öyle güzel bir söz var ki paylaşmadan edemeyeceğim;
''Ayağı pisliğin içindeyken dahi boynu dik duran tek hayvan horozdur.''
Hazır adlarını anmışken bir de öngörüde bulunalım. Cezayir futbolunun önümüzdeki 15 yıllık süreçte Dünya kupası yarı finali dahi görebileceğini düşünmek çok da hayalcilik olmasa gerek.
Bir daha ki yazımızda bir futbolsever gözünden bakacağımız ülke futbolları ise öncelikle İspanya ardından İtalya, Balkan ülkeleri ve Türkiye olacak...
Kendilerine has özelliklerinin, kalıtsallık dışında açıklanamayacak nitelikleri vardır.Bu konunun futbol ile buluştuğu noktayı eminim merak ediyor, yazıya ayırdığınız vakit için hayıflanıyorsunuz.
Gel gelelim futbolun başladığı yere.
Alman futbolu ile başlayalım;
Günde gideceği tuvalet sayısı dahi belirli olan, hayatta en hakiki mürşidin disiplin olduğuna inanan bu arkadaşlar, 1. Dünya Savaşı'ndan mağlup çıktılar. Yıllar geçirdiler bir savaşa daha girdiler. Bunu da kaybettiler.
Dümdüz bir ülkeye sahip oldular dememek için tek manileri yığın haline gelmiş cesetler oldu.
Yılmadılar yine çalıştılar, bugün yine dünyanın sayılı kuvvetlerinden oldular.
Alman futbolu da tam olarak böyle aslında.
Alman usulü futbolu Berlin Duvarı'na benzetiyorum ben.
Bakarsanız onlarca sıradan, birbirine benzeyen tuğlanın üst üste konulduğu saçma bir duvar.
Oysa öyle değil, yapılışı da yıkılışı da dünya tarihinde çok elzem bir yere sahip.
Onların futbolu da böyle, onlarca sıradan futbolcu bir araya geliyor,sıradan ustalar sıradan şekilde biçim veriyor onlara.Bir bakıyorsun ki muazzam bir yapı oluşmuş. Sanki alttaki bütün tuğlaları çeksen dahi üst taraf temelsiz havada asılı kalacakmış gibi.
Velhasıl kelam, Çin'den Amerika'ya soracağınız her gerçek futbolsever, Alman futbolu eşittir disiplin denklemini onaylayacaktır.
İngilizler ise daha farklı. Bu abilerimiz tarihte de bugün de sakin güç. Kısa bir iki örnekle anlatmak gerekirse;1800 1900 arası adından dahi söz ettirmeden Osmanlı'nın Kuzey Afrika topraklarındaki hakimiyetini eline geçirdi. Irak topraklarından en çok payı İngiliz şirketleri aldığı halde ihale Amerika'nın başına kaldı.
Gördüğümüz üzere adını dahi duyurmadan hem en çok kazancı sağlayıp hem de sempatik görünmek tam da İngilizce bir iş.
Almanlara her ne kadar muazzam disiplinli demiş olsak da, İngilizler disiplini yönetme konusunda Almanlara ciddi manada ders verir.
Öyle ki; Gary Lieneker Almanlara kendini övme fırsatı dahi vermemiştir.
''Futbol 11'er kişilik iki takım arasında oynanan ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur''
Bu efsane söz de bir İngiliz atasözü olmuştur artık. Ligleri her zaman en iyidir. En kaliteli futbol hep adada oynanır.İspanya Ligi'nde harcanan paralarla İngiltere liginde harcanan paralara bakarsak bunu çok daha net görebiliriz.Ayrıca unutmamak gerekir ki ''top benim oynatmıyorum'' deme hakkı da bu insanlarındır.Ne de olsa topu onlar buldu.
Fransızları da unutmamak gerek pek tabii.
Tarih baba eğer en tembel çocuğunu seçseydi bunlar kesinlikle Fransızlar olurdu bundan eminim.
Bu milletin insanlarının sıkacak parfümü ve topuklu ayakkabıları varsa karınlarının gurultusunun pek bir ehemmiyeti yoktur.Zaten yemek kültürleri de orta ve Kuzey Afrika kültürleriyle yoğun benzerlik gösterir.
Afrika'nın yemeğini ,altınını, elmasını çalan bu insanlar bu kadarla yetinmemiş insanını da çalmıştır.
Bugün Fransa ülke sınırları içerisinde yaşayan göçmen dedikleri aslen göçertilen insan sayısı 15 milyondur.
E pek tabii futbolda da bunu görüyoruz;
Atari oyunlarına dahi konu olan Fransa 98'de şampiyon olan kadronun ilk 11'inde tam 9 göçmen oyuncu vardı.
O dönem adı yeni yeni efsaneler arasına girmeye başlayan ''Zeyneddin Zeydan'' da bunların arasındaydı.
Neyse ki son üç dört yılda Afrikalı futbolcular kökenlerinin milli takımında oynamaya başladılar da, biz de bir nebze de olsa Fransız futbolu var mı yok mu karar verebildik. Cezayirlilerin Fransa hakkında söylediği öyle güzel bir söz var ki paylaşmadan edemeyeceğim;
''Ayağı pisliğin içindeyken dahi boynu dik duran tek hayvan horozdur.''
Hazır adlarını anmışken bir de öngörüde bulunalım. Cezayir futbolunun önümüzdeki 15 yıllık süreçte Dünya kupası yarı finali dahi görebileceğini düşünmek çok da hayalcilik olmasa gerek.
Bir daha ki yazımızda bir futbolsever gözünden bakacağımız ülke futbolları ise öncelikle İspanya ardından İtalya, Balkan ülkeleri ve Türkiye olacak...
2 Haziran 2014 Pazartesi
Kültürel Futbol
Güzel ülke, su ve toprağın en kardeşçe hikayelerinin diyarı...
Hektor'un torunları, ani parlayan , inatçı insanlar...Akdeniz'in çocukları.Akdeniz kimliğinin önemli parçalarından biri.
Troya'da Achilles'in ve geriye kalan tüm tanrıların karşısına çıkan ölümlü adam.Adı Hektor.
Yıllarca akhalara danaolara karşı şehrini savunan bir kahraman olan Hektor, çeşitli hileler ve Tanrı Zeus'un arkasından çekilmesi sonucu Achilles tarafından öldürülmüştür.
Akabinde bugünkü İtalya sınırlarına varan Etrüsk göçü başlamıştır.
Bence bu hikayenin İtalyan insanlar üzerinde yarattığı önemli bir özellik var.Tedbirlilik.
Nasıl ki Hektor tedbirsizce arkasını düşünmeden Achilles'in üstüne koştu, öldü ve ardından şehri düştü.
O gün İtalyan insanında önce savunma anlayışı anlayışı peydah oldu.Bu anlayışı Yunanlılara da bıraktılar.Dev
surlarla bir oldular.
Bugün İtalyan futbolu dediğimizde olağanüstü yetenekli adamların bizler için çikolata şelalesinin altında uzanan huriyi resmeden bir ressam kadar estetik durmadığı aşikar.
Katı savunma anlayışı top ve adamdan en az birini uzağa gönderme mantığıyla onlarca başarı elde eden İtalyanlar, bugün Yunanlılardan daha az savunma yapmıyor oluşuna rağmen toplum nezninde daha az tepki görüyor.
Vel hasıl ı kelam diyoruz ki bugün italya bir savunma futbolu ülkesiyse bunda Hektor'un ölümünün payı yadsınamaz.
İspanya kısmına ise şöyle giriş yapabiliriz.
Vaktiyle izlediğim bir programda Avrupa Birliği'ne katılımıyla alakalı zamanında ''Avrupa'nın Yeni köylüsü'' dendiğini işitmiştim.
Avrupa birliği öncesi ekonomik manada ciddi manada darmadağın bir ülke olan İspanya on yıllık süreçte yapılan yatırımlarla refah seviyesine ulaştı .Otuz yılı aşkın Franko'nun diktatörlüğünde yaşayan İspanyollar, bundan önce iç savaşta verdiği kayıpların yanına resmi rakamlara yansıyan 3 milyon gayri resmi 5 milyon vatandaşını daha kaybetmişti.
Ayrıca Faşizmin getirdiği karnı tok tutma hadisesinden de pek bir haberdar olamamışlardı.
Parayı bulan her İspanyol nasıl ki altın ve mücevhere yöneliyorsa ,İspanyol futbol klüplerini yönetenler de futbol piyasasında altın denilen adamlara yöneliyor.
Çoğu zaman da bir avuç çamura altın parası veriyor üstelik.
Bir çoğunuz ''ama Barcelona'' antitezini üretecektir.
Öncelikle Barcelona takımının oynadığı futbolun Cruyff denilen futbol canavarının kendi döneminde Hollanda'nın oynadığı futbolu karbon kağıdıyla Barça üzerine kopya etmesiyle oluştuğunu söyleyebilirim.
Zira bugün yenilmez armada İspanyol milli takımında bu kültürle yetişmiş Barcelona oyuncularını çıkartırsak ortada pek de bir şey kalmıyor.
Yazımızın bu kısmına kadar geldiyseniz ve Türk futbolunu okumayı bekliyorsanız şayet benimle aynı durumdasınız demektir.
Ben de tüm milliyetçi duygularımı kağıda vura vura Türk futbolu şöyledir Türk futbolcusu şu mantaliteyle yetişir demek isterdim, lakin yazı dizimizin ikinci yazısında Balkan ülkeleri futbolu ve Türk futbolunu yazmamaya, bu ülkelere ayrı bir yazı hazırlamaya karar verdim.
Bir dahaki yazımız öncelikle Türk futbolunu inceleyeceğiz.
Ardından ise Sosyalist Sovyetlerin dağılmasının ardından oluşan ülkelerin futbollarının benzerlik ve farklılıklarından bahsedeceğiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)