4 Nisan 2022 Pazartesi

Gardolap

Bu ay geçen aylardan biraz farklı. Geçen ay ise yaşadığım en

farklı aydı. Tam dört gardolap sıparişi aldım. Bunlardan iki
tanesini gürgen ağacından yapmam gerekti. Gürgen ağacı
sütü bol bir ağaçtır. Kokusu insanın üstüne bir sindi mi konu
komşu mahalleye orman indi sanır. Gürgen ağacını bu
sebepten pek sevmem. Bir marangozun odun kokması kadar
sinir bozucu ne olabilir ki? Bir balığın balık kokması mı,
sanmam marangoz hala daha sinir bozucu. Çilek kokusu pek
hoştur, bunu hiç çileğe sordunuz mu? Yıldırımlar kendi
sesinden korkmaz mı sanırsınız? Işık sırf bu yüzden hızından
şikayetçidir. Şu güzel gökyüzü mavi kusuyordur, şu beyaz
bulutlar kimin boku sanıyorsunuz? Ben bir marangozum,
ellerim gürgen kokar. Hem gürgen hem maun hem istiriç
kokar. O istiriçler yok mu o istiriçler, sırf marangoza eziyet
olsun diye küçük küçük bin dal verir. Kavak öyle midir peki,
hayır kavak vefalı ağaçtır. Bizim aramızda çok söylenen bir
efsaneye göre kavak ağaçları evvelki dünyada
marangozlarmış. O sebepten biz fukaraları hiç yormazlar.
İstiriçler evvelki dünyada belki fahişe belki zabıtaydılar.
Yaşım 60 oldu. Her yıl 8 yılım bir köpek yaşına denk gelir. O
sebepten 7.5 yaşındayım. İnsan otuzunda doğar derler o
sebepten otuzuma geçen hafta bastım. Her yıl 5 yıl
eziyetinde yaşadım o sebepten de 300 yaşındayım. Hem
kargayım hem kelebek. İnsan bir tane değil ki yaş hesabı bir
tane olsun. Son maun gardolap siparişini veren sarışın belki
sizin hesabınıza göre 50 yaşındadır, ama benim hesabıma
göre 18’inde bir ceylan. Bir gardolap 5000 liradır, kadın bana
7500 lira verdi. Ne iyi kadın değil mi? Hayır iyi değil, ben de
pek iyi sayılmam belki ama benim iyi olma şansım yoktu. 50
yıldır marangozum, evvel kozalak oymakla başladım. Sonra
yakmalık kütüklerden arabalar yaptım. İlk yaptığım araba
için babamdan yediğim dayağı ne siz sorun ne ben diyeyim.
Dayak kar etmedi, daha çok araba oydum. Belki bin araba
oymuşumdur. Hala nasıl oynanılır bilmem. Bir oğlum var
haftada bir kere döverim. Oğlum da arabayla oynamayı
bilmez. Oyun çocuklar içindir. Yoksul, ihtiyar doğar, zengin
bebeyken gömülür. Tam 50 yıldır oyarım tahtayı, kütüğü
belki kozalağı. Tam 50 yıldır satarım, siz susuzluktan ölen
kuyucunun hikayesini duydunuz mu? Duymamışsınızdır,
çünkü şimdi uydurdum. Ama elbet suyun tadını bilmeyen bir
kuyucu yaşamıştır bu bok çukurunda.
Bu ay diğer aylardan farklı demiştim ya size, bu ay bir karar
aldım. Bugünden başlayıp öldüğüm güne kadar her gün
aralıksız çalışacağım. Yüzlerce gardolap binlerce araba
yapacağım. Onlarca karyola oyacağım en güzel ağaçlardan.
Gece gündüz çalışıp yaşamış en büyük marangoz olacağım.
Gürgen kokusunu, orospu istiriçi bile severim belki o zaman.
Düşünsene kulunu sevmeyen tanrı, ne komik olurdu.
Sarışından bahsediyordum, adı Leyla Hanım. Kendisi
dünyadaki en Leyla Hanım insan olabilir. İlk satmadığım
gardolap onunki olacak. Öyle özendim ki onun sıparişine.
Kırk diyarda tellal çıksa, arap şeyhinden fars şahına tüm
marangozlar birleşse bu gardolabın yanından geçemez.
Köroğlu’nun Kırat’ı, İmam Ali’nin Düldül’ü hem de Güzel
Hızır’ın Bozat’ı neyse benim için de bu gardolap odur.
Karımdan yakınım oğlumdan güzelimdir. Bugünü cenk günü
ilan ediyorum, odun düşmanlarına savaş açıyorum. Elleri
parçalanmış marangoz kardeşlerim için, evvelki dünyada
yoksulluktan kırılan tüm kavak ağaçları için. İşte ben hem
herkesim hem hiç kimse. İşte ben marangoz Hüseyin, Kara
Fiseyin, Teber Hüseyin. Alayınıza hem de paşanıza beyinize
meydan okuyorum. Kuşanın gelin Derviş’in kılıcını, binin de
gelin Hızır Paşa küheylanına. Burada dimdik durup güzel
gardolabımla cenge duracağım karşınızda. Haydi bre
korkaklar!
Çocuğumu bile görmedim, karımı bile koklamadan geçti
bunca zaman sarı kahpeyi, bin kocalı avradı bekliyorum.
Gelin hadi gelin de alın güzelimi benden. O zaman kuşanıp
da silahımı çıkmam mı dağlara İnce Memed gibi. Hem de en
güzelinden fişeği sardı mı belime Köroğlu bile kıskanır,
kıskanır da koca dudaklarını ısıra ısıra kanatır. Bugün
gelecek, bugün gelecek de alacak güzelimi maun kokulumu
benden. İşte o geldiğinde satmıyorum ulan Leyla Hanım
diyeceğim. Gözünün önünde asacağım ceketimi mintanımı
içine. Telefon etti 2 saate burada olacakmış. Biz senin yazıcı
meleğin miyiz be orospu, be sarı kaltak! Güzel bir hazırlık
yapıvereyim. Gidip de kendime en güzel mintanı alayım.
Dünya güzeli dolaba dünya güzeli mintanlar hem de
devekuşu tüyünden atkılar asayım.
En güzel atkıları, en pahalı satan yerden alacağım. Bir
başkasında daha ucuzunu görsem dahi, o camekanlı, 2 katlı
cehennem siyahı dükkandan alacağım. Varmamla dükkana
en güzel mintanla en cafcaflı atkıyı aldım. Belki 2 gardolap
parası verdim ama değdi doğrusu. Şunu hele bir asayım
dünya güzelime de Caniklerden Toroslara ağaçlar ağlasın
keyfinden. Şu telefon boku da insana huzur vermiyor. En
keyifli anında adamın sigortalarını attırıyor.Yine de açmak
lazım hele tanımadık numaraysa hepten açmak lazım.
Hayrola acaba?
– Hüseyin abi, senin dükkanda ne var ne yoksa memurlar
aldı götürdü. Dükkan sahibi haciz getirmiş.

Kapı

 Dünyada kalan son insan olabilirdi, belki de dünyaya gelen ilk insandı. Ölmemişti, belki de ölümsüzdü. Ölümsüz olup olmadığını öğrenmek istiyordu, yolu belliydi. Bir keresinde öğrenmenin epey yakınına yaklaşmıştı. 4 numara adını verdiği karenin tavanında bir kanca vardı, duvar köşelerinden biten ısırganları incelterek yaptığı ipi oraya kadar uzatabiliyordu. Eğer ölürse dünyada kalan son insan ölmüş olacaktı, belki de dünyaya gelen ilk insan da ölmüş olacaktı. 4 numara insanlığın başlayıp bittiği yer olacaktı, çünkü gözünü 4 numarada açmıştı. 4 numara onun için her şeydi.

 

20 yıldır 16 kareden oluşan bu odada yaşıyordu. Her bir kareye bir numara vermişti, mesela 12 numaraya tuvaletini yapıyordu, 8 numarada yemeğini yiyordu, 13 numarada tanrıyla sohbet ediyordu. 13 numara tanrının dibindeydi. Odada her şey kareydi, kendisini hiç görmemişti, kendisinin de kare olduğunu düşünüyordu. Bu odada sıradışı olan tek şey tanrıydı. Tanrı bembeyaz oval bir kapıydı. Ne zaman umutsuzluğa düşse hemen önüne 13 numaraya gider Tanrı’ya yalvarırdı. 13 numara onun peygamberi olabilirdi. 13 numarayı düşündüğü zaman elini göğsüne götürürdü. 13 numara Tanrı ile onun arasındaydı. Odadaki tüm kareler 20 yıl içinde renk değiştirmişti, 13 numara ise ilk günkü kadar beyazdı. Onu her çarşamba tükürüğüyle, elleri paramparça olana kadar siler ardından dibine oturur ona şükrederdi. 8 numara için 9 numara için tam köşedeki çirkin 5 numara için bile. 5 numara çok  önemliydi. Bu çirkinlik ona yaşam sevinci veriyordu. 5 numaraya baktığında 12 numara bile şirin gözüküyordu.

 

Çarşamba geceleri çok önemliydi, Tanrı her çarşamba o uyuduktan sonra ona bir çuval elma ve su bırakır 12 numarayı tertemiz etmesi içinse meleklerini yollardı. Bir keresinde meleklerin içeriye girdiğini gördü, karanlık odanın içinde masmavi ışıldıyorlardı, onlara bakmayı aklından dahi geçirmedi. Sefil gözleri paramparça olabilirdi. Sabah uyanır uyanmaz elmalarına sarılır onları öper koklardı, ilk 2 gün kesinlikle onlara dokunmaz üçüncü gün ise birer ikişer yerdi. Bazen onlara dokunmamak için 12 numaraya bıraktığı artıkları bile yemişti. Dünyadaki son insan olabilirdi, hatta dünyadaki son şey dahi olabilirdi; ama inançlıydı. Elmalara şükretmeyi biliyordu, 13 numaraya şükretmeyi ve o büyük güzel oval kapıya şükretmeyi biliyordu. Ona bir isim vermişti, kapı değildi onun adı ‘’TİN’’ diyordu ona. Ayda bir kere Çarşamba günleri Tin günü yapıyordu. O gün yerinden kalkmadan tam bir gün boyunca Tin Tin Tin Tin… diye sayıklıyordu. Şüphesiz kapının bu tapınmaya ihtiyacı yoktu, ama onun vardı. Paramparça olmuş ellerini ensesinde birleştirir ve ibadet ederdi en sonunda ise ellerini sırtına sürer dualarının kabul olmasını beklerdi. En büyük duası ölmekti. Kendini öldürecek kadar tanrıtanımaz değildi şüphesiz. Üstelik her an her saniye Tin onu gözetliyordu. Aslında belki de çatıdaki kanca onun ölmesi için oraya koyulmuştu. Bu sorular onu çıldırtıyordu. Bazen düşünmemek için kafasını 2 numaranın duvarına vura vura kendini bayıltırdı.

 

Yıllar geçiyordu, gün geçtikçe karelerine daha çok bağlanıyor kapıyla ise arasındaki bağ gevşiyordu. Sanki ipekten bir iplikle bağlıydı ona, ipliğin etrafı bakır ve çelikle çevrilmişti. Bilirsiniz kopacak bir ipin etrafını kayalarla dağlarla çevirseniz de kopar. Bu düşünce onun sınavıydı belki de. Kopmasını canı gönülden istiyor, kopmaması için her gün dua ediyordu.

 

Bir gece bir karar verdi, zamanının geldiğini düşünüyordu, kareler arasında neredeyse hiç bir fark kalmamıştı, hangi karenin hangisi olduğunu unutuyordu, bazen 12 numaradan yemek yiyor, 13 numaraya tuvaletini yapıyor 5 numarada uyuyordu. Her şey birbirine karışmıştı. Tin ona 30 yıldır cevap vermemişti, ona karşı gizli bir nefret duyuyordu. Varlığından en ufak bir şüphe duymuyor yavaş yavaş onu düşman bellemeye başlıyordu. Hem ne yapıyordu ki o bu karelerin arasında, çoğunun karelik hali bile kalmamıştı. Aklında hep yuvarlaklar ovaller vardı. Dışarıda milyonlarca oval vardı belki, belki de başka insanlar onun ırkını mağlup edip o güzel ovallerden onu uzaklaştırmışlardı. Nefret ediyordu onlardan, ovaller onun hakkıydı.Koskocaman ve yüzlerce belki de binlerce oval düşünmesi bile kasıklarını ağrıtıyordu. Kararını vermişti, bir Çarşamba gecesi için planlarını yaptı. Önümüzdeki ay bugün kapıyı açacak ve ovallere koşacaktı, kapı şüphesiz ki ona zorluk çıkarmayacaktı. O şu çirkin 5 numara yok mu onu aldatması gerekliydi. O yüzden 1 ay boyunca beş numaranın etrafına yaptı tuvaletini. Bir ay sonunda etrafını boktan bir duvarla örmüştü. İşte buydu, 13 numara bile bu deha karşısında şaşkındı. Öyle ki rengi bembeyaz olmuştu. Tükürükten bile beyaz.

 

O gün büyük gün geliyordu, son bir haftadır uyku uyumamıştı. Ovaller aklını alıyordu, her gece ovalleri düşünüyor onları düşünerek ördüğü duvarı öpüyordu. Odada elleyebileceği tek çıkıntı o duvar ve elmalarıydı. Bazen elmalarını da öperdi; ama yıllar o elmaların çekiciliğini yitirmesine sebep olmuştu. O gün geliyordu, ölümsüz ise ovallerle sonsuz bir hayat, ölümlü ise 40 ovalli bir cennet onu bekliyordu. Tanrım diyordu, ne büyük şans, ne güzel bir baht. İşte bu tam da bana göre ben Kare hükümdarı, oval padişahı. Belki yuvarlak tanrısı…

 

İşte vakit o vakitti, 5 numara deliriyordu hırsından, hiç bir şey göremiyordu. Görmesindi zaten, bu tarihi bir hamleydi, tüm kare tarihi boyunca görülmemişti. Elmalar geldikten yarım saat sonra kalktı yerinden, usulca Tin’e doğru yaklaştı önce 13 numarada duasını etti tam 2000 defa Tin dedi. ve elini sırtına sürdü. Başarısızlık imkansızdı, her şey hazırdı. Kapıya yaklaştı, 2 adımdan az kalmıştı, yüreği kendi yüreği gibi atıyordu. Bir insan olduğunu hatırlatıyordu ona. 1 adım kalmıştı, o adımı da attı, kapı ile yüz yüzeydi kapıya uzun uzun baktı. Gözlerini kapadı ve kapıyı tüm dindarlığıyla okşadı, kapı açılmadı. Bir daha okşadı yine açılmadı, bu sefer kulpu emmeye başladı kapı yine açılmadı. Önüne oturdu, çok mutluydu, bir ölümsüzdü… 5 numaraya baktı, onu o yaratmıştı. Hayır o bir tanrıydı, tüm karelerin ve kapıların tanrısı. 7 numara dedi sen benim peygamberimsin. 10 numaraya doğru yürüdü, bir tanrı gibi usul usul ağır adımlarla yürüyordu. 10 numaraya oturdu ve yarattıklarını izledi. Bir tanrı 20 kare bir duvar ve bir kapı. İşte dünya bu…

Balta

Üzgün saatlerimin pusulası hep kuzeyi göstermez,
Kasvetteyken severim kaybolmayı.
Bozuk pusulamın yönü kelimelerimdir belki.
Tek bir ağaçtan kabil ormanımda.

Koca çınarların uğultusu duyulur,
Ağaçlar cehenneminden.
Ben, elimde yönsüz pusula.
Tek başına orman, tek başına, ormanda.

Sakladığım balta önüme düşer.
Herkes bilse, kendimi aldatırım.
Aldatmak, olmayan bir balta ile ağaçsız ormanda.
Belki de, yalandan uzak.

Dört dörtlük, bir ağaç, ormandan uzakta.
Ormandan... Yanıbaşında bir balta.
En yakın uzaklık bir ağaç boyu,
Bir ağaç benim, köküm balta.

Ey çınarlar, uğuldayın bir daha.
Kalabalık cehennem çukurlarında.
Yalnız ben, cennette bir başına.
Ben azrail, kendi kanımdan balta.

Yalın, bir cılga yol başında.
Sanmıştım, yalnızım varoluşumda.
Ağaçlar, orman içinde ben varım.
Saf kötülükten bir balta.

Küheylan

 Sıradan bir sabaha uyandığımızı sanıyorduk, aslında sıradan olarak tanımladığımız her şeyin o kadar da sıradan olmadığını anladığımız bir günün sabahında olduğumuzu acı bir şekilde öğrenecektik.

İnsanoğlunun milyonlarca yıllık serüveninde edindiği tüm bilgi 30 saniye içerisinde yok olup gidecekti. Ben ise bunu, yulaf parçalarının rondodaki semahını izlerken fark edecektim. Gökyüzü diye bildiğimiz büyük mavi tavan, üzerimize düşmüştü. Evet tam da böyle oldu, ben rondoda gerçekleşen klasik yulaf semahını izlerken farkettim bunu. İlk duyduğum çığlık, karşı komşudan gelmişti, sonra onlarcası takip etti onu. Yulaf semahını yarıda kesip, baş yulaftan özür diledikten sonra hemen dışarı koştum. Sokaklar insan ölüleriyle doluydu. Kedi ya da köpek ölmemişti, sadece insan ölüleri vardı. Dehşete kapıldım, ilk gördüğüm ölüyü ayağımın ucuyla hafifçe dürttüm. Tabanımla yüzüstü konuma getirdim. Sadece kafasının üzerinde belki de binlerce delik vardı. Başka hiçbir yeri yaralanmamıştı. Ah ne garip bir ölüm, onu tanıyordum. Sadece bizim sokakta kırktan fazla dairesi vardı. Bordo iskarpinlerinden çıkan kauçuk sesinden tanırdım onu. Evsahibimdi benim, içimde utanca yakın bir his oluştu. Çünkü bunu farkettiğim ilk an, bu ay kiradan muaf olduğumu düşündüm. Dünyada sağ kalan tek insan olduğumu düşündüm, Tanrı en sonunda bana hak ettiğim değeri vermişti. Bu zavallı insanlara bir sanat peygamberi olarak gönderilmiştim; fakat şu an, bir hamburgecide gece pişiricisi olarak çalışıyordum. İşte Tanrı'nın emirlerine karşı gelirseniz sonunuz bu olur. Peh! Sanat peygamberi ve bir köpek evliyası olarak bu korkunç topluluğa fazlasıyla katlanmıştım. Yüce Tanrım, lütfen bana yüzünü göster ve bu masal son bulsun. Benim için sonsuz cennetinde, Kafka'nın ve Goethe'nin hemen yanında ayırdığın dört katlı sarayda bekleyen hurilerim mutluluğa kavuşsun artık. Ellerimi açtım ve hadi dedim hemen ardından ise o kutsal sesi duydum. ''5 liran var mı be abi?''

Korkunçtu, kafamı sağıma tek bir hamlede ve sinirli bir şekilde çevirdim. Dilenci Abbas ve ben sağ kalmıştık. Üstelik sokağa doğru baktığımda hayatta kalan herkesin hırpani giyimli olduğunu fark etmiştim. Kahretsin! Köpek evliyası ve sanat peygamberi olarak çilem bitmemişti. Hazreti İsa da çok fazla eziyet çekmişti, olsun. Gökyüzüne bakıp tanrıya göz kırpmak istedim ama ensemde bir acı hissettim. İşte şimdi her şey netleşmişti. Kafası yere bakan kimse ölmemişti. Dük yürüyen herkes ise aynı diklikte fakat yerin üzerinde cansız biçimde uzanıyordu. Boynu bükük herkes yaşamaya devam ederken, küheylan boyunluların cesetleri üst üste binmişti...

Tepemize çöken mavi gökyüzü, bize acımıştı. Belki de  diğerlerine acımıştı ve ben de sırf bu yüzden hayattaydım. Hiçbir köpeğin ölmediğini de göz önüne alırsak, köpek evliyalığım bir hayli işe yaramıştı. Nuh'a büyük tufandan önce geçilen kıyağın aynısı bana da geçilmişti. Kendi tebaam yani köpekler sağ bırakılmıştı. Bu, peygamber olduğum savını oldukça güçlendiriyordu. Dünya artık yerle arası 1.70 bir yerdi ve bu beni hiç de rahatsız etmiyordu. Zaten son on yıldır bu yükseklikten yukarıda bir yere bakmamıştım. Ne acayip, bugün hayatta olan kimse yıllardır gökyüzünü görmemişti. gökyüzüne şiirler yazanlar ise onun tarafından katledilmişti. Herkes sevdiği tarafından öldürülür denilmişti, boş söz olmadığı doğrulandı.

İşte şimdi, tam da burada ben ve Dilenci Tayyar bir kararın eşiğindeydik. Başlarımızı dimdik tutup Tanrı'ya güç gösterisi yapmanın eşiğinde... Bir meydan okumanın iki tarafı, bir tarafta sonsuz güç ve kudret sahibi diğer tarafta onun peygamberi ve Dilenci Tayyar. Tanrı beni severdi, bu gösterime bayılacağından emindim. Tam olarak şöyle olacaktı, biz dimdik halde dururken Tanrı, gökyüzünden altın tahtı üzerinde önümüze inecek ve başlarımızı okşayarak, beni yani biricik peygamberini ve onun en sadık havarisi Tayyar'ı cennetine götürecekti. Muazzam bir tasarımdı, buna Tayyar'ı ikna etmem çok zor olmadı. Cennette bir sürü beş lira olduğunu söylemiştim. Onun cenneti beş liralardan oluşuyordu. Bir peygamber havarisi için son derece cezbedici bir cennet tasarlamıştım. 

Baş havarim Tayyar ile el ele tutuştuk, birbirimize baktık ve başlarımızı bir anda kaldıracağımız anı bekledik. Ondan geriye sayacaktım ve fakat, baş havarim Tayyar sadece beşe kadar biliyordu. O yüzden de iki defa beşten geriye sayma kararı aldım ve başladım. Beş dört üç iki bir... Baş havarim tam bir salaktı, ikinci beşi bekleyemedi ve acınası bedeni önüme yığıldı. Peygamberlik iddiamdan vazgeçmemekle birlikte Tanrı'nın henüz benim cesaret anlayışıma anlayış gösterecek olgunlukta olmadığı kanısına vardım. Tayyar'ın elinden düşen beş lirayı aldım ve bir peygamber bir köpek evliyası olarak evime yulaf semahımı izlemeye döndüm.