4 Nisan 2022 Pazartesi

Gardolap

Bu ay geçen aylardan biraz farklı. Geçen ay ise yaşadığım en

farklı aydı. Tam dört gardolap sıparişi aldım. Bunlardan iki
tanesini gürgen ağacından yapmam gerekti. Gürgen ağacı
sütü bol bir ağaçtır. Kokusu insanın üstüne bir sindi mi konu
komşu mahalleye orman indi sanır. Gürgen ağacını bu
sebepten pek sevmem. Bir marangozun odun kokması kadar
sinir bozucu ne olabilir ki? Bir balığın balık kokması mı,
sanmam marangoz hala daha sinir bozucu. Çilek kokusu pek
hoştur, bunu hiç çileğe sordunuz mu? Yıldırımlar kendi
sesinden korkmaz mı sanırsınız? Işık sırf bu yüzden hızından
şikayetçidir. Şu güzel gökyüzü mavi kusuyordur, şu beyaz
bulutlar kimin boku sanıyorsunuz? Ben bir marangozum,
ellerim gürgen kokar. Hem gürgen hem maun hem istiriç
kokar. O istiriçler yok mu o istiriçler, sırf marangoza eziyet
olsun diye küçük küçük bin dal verir. Kavak öyle midir peki,
hayır kavak vefalı ağaçtır. Bizim aramızda çok söylenen bir
efsaneye göre kavak ağaçları evvelki dünyada
marangozlarmış. O sebepten biz fukaraları hiç yormazlar.
İstiriçler evvelki dünyada belki fahişe belki zabıtaydılar.
Yaşım 60 oldu. Her yıl 8 yılım bir köpek yaşına denk gelir. O
sebepten 7.5 yaşındayım. İnsan otuzunda doğar derler o
sebepten otuzuma geçen hafta bastım. Her yıl 5 yıl
eziyetinde yaşadım o sebepten de 300 yaşındayım. Hem
kargayım hem kelebek. İnsan bir tane değil ki yaş hesabı bir
tane olsun. Son maun gardolap siparişini veren sarışın belki
sizin hesabınıza göre 50 yaşındadır, ama benim hesabıma
göre 18’inde bir ceylan. Bir gardolap 5000 liradır, kadın bana
7500 lira verdi. Ne iyi kadın değil mi? Hayır iyi değil, ben de
pek iyi sayılmam belki ama benim iyi olma şansım yoktu. 50
yıldır marangozum, evvel kozalak oymakla başladım. Sonra
yakmalık kütüklerden arabalar yaptım. İlk yaptığım araba
için babamdan yediğim dayağı ne siz sorun ne ben diyeyim.
Dayak kar etmedi, daha çok araba oydum. Belki bin araba
oymuşumdur. Hala nasıl oynanılır bilmem. Bir oğlum var
haftada bir kere döverim. Oğlum da arabayla oynamayı
bilmez. Oyun çocuklar içindir. Yoksul, ihtiyar doğar, zengin
bebeyken gömülür. Tam 50 yıldır oyarım tahtayı, kütüğü
belki kozalağı. Tam 50 yıldır satarım, siz susuzluktan ölen
kuyucunun hikayesini duydunuz mu? Duymamışsınızdır,
çünkü şimdi uydurdum. Ama elbet suyun tadını bilmeyen bir
kuyucu yaşamıştır bu bok çukurunda.
Bu ay diğer aylardan farklı demiştim ya size, bu ay bir karar
aldım. Bugünden başlayıp öldüğüm güne kadar her gün
aralıksız çalışacağım. Yüzlerce gardolap binlerce araba
yapacağım. Onlarca karyola oyacağım en güzel ağaçlardan.
Gece gündüz çalışıp yaşamış en büyük marangoz olacağım.
Gürgen kokusunu, orospu istiriçi bile severim belki o zaman.
Düşünsene kulunu sevmeyen tanrı, ne komik olurdu.
Sarışından bahsediyordum, adı Leyla Hanım. Kendisi
dünyadaki en Leyla Hanım insan olabilir. İlk satmadığım
gardolap onunki olacak. Öyle özendim ki onun sıparişine.
Kırk diyarda tellal çıksa, arap şeyhinden fars şahına tüm
marangozlar birleşse bu gardolabın yanından geçemez.
Köroğlu’nun Kırat’ı, İmam Ali’nin Düldül’ü hem de Güzel
Hızır’ın Bozat’ı neyse benim için de bu gardolap odur.
Karımdan yakınım oğlumdan güzelimdir. Bugünü cenk günü
ilan ediyorum, odun düşmanlarına savaş açıyorum. Elleri
parçalanmış marangoz kardeşlerim için, evvelki dünyada
yoksulluktan kırılan tüm kavak ağaçları için. İşte ben hem
herkesim hem hiç kimse. İşte ben marangoz Hüseyin, Kara
Fiseyin, Teber Hüseyin. Alayınıza hem de paşanıza beyinize
meydan okuyorum. Kuşanın gelin Derviş’in kılıcını, binin de
gelin Hızır Paşa küheylanına. Burada dimdik durup güzel
gardolabımla cenge duracağım karşınızda. Haydi bre
korkaklar!
Çocuğumu bile görmedim, karımı bile koklamadan geçti
bunca zaman sarı kahpeyi, bin kocalı avradı bekliyorum.
Gelin hadi gelin de alın güzelimi benden. O zaman kuşanıp
da silahımı çıkmam mı dağlara İnce Memed gibi. Hem de en
güzelinden fişeği sardı mı belime Köroğlu bile kıskanır,
kıskanır da koca dudaklarını ısıra ısıra kanatır. Bugün
gelecek, bugün gelecek de alacak güzelimi maun kokulumu
benden. İşte o geldiğinde satmıyorum ulan Leyla Hanım
diyeceğim. Gözünün önünde asacağım ceketimi mintanımı
içine. Telefon etti 2 saate burada olacakmış. Biz senin yazıcı
meleğin miyiz be orospu, be sarı kaltak! Güzel bir hazırlık
yapıvereyim. Gidip de kendime en güzel mintanı alayım.
Dünya güzeli dolaba dünya güzeli mintanlar hem de
devekuşu tüyünden atkılar asayım.
En güzel atkıları, en pahalı satan yerden alacağım. Bir
başkasında daha ucuzunu görsem dahi, o camekanlı, 2 katlı
cehennem siyahı dükkandan alacağım. Varmamla dükkana
en güzel mintanla en cafcaflı atkıyı aldım. Belki 2 gardolap
parası verdim ama değdi doğrusu. Şunu hele bir asayım
dünya güzelime de Caniklerden Toroslara ağaçlar ağlasın
keyfinden. Şu telefon boku da insana huzur vermiyor. En
keyifli anında adamın sigortalarını attırıyor.Yine de açmak
lazım hele tanımadık numaraysa hepten açmak lazım.
Hayrola acaba?
– Hüseyin abi, senin dükkanda ne var ne yoksa memurlar
aldı götürdü. Dükkan sahibi haciz getirmiş.

Kapı

 Dünyada kalan son insan olabilirdi, belki de dünyaya gelen ilk insandı. Ölmemişti, belki de ölümsüzdü. Ölümsüz olup olmadığını öğrenmek istiyordu, yolu belliydi. Bir keresinde öğrenmenin epey yakınına yaklaşmıştı. 4 numara adını verdiği karenin tavanında bir kanca vardı, duvar köşelerinden biten ısırganları incelterek yaptığı ipi oraya kadar uzatabiliyordu. Eğer ölürse dünyada kalan son insan ölmüş olacaktı, belki de dünyaya gelen ilk insan da ölmüş olacaktı. 4 numara insanlığın başlayıp bittiği yer olacaktı, çünkü gözünü 4 numarada açmıştı. 4 numara onun için her şeydi.

 

20 yıldır 16 kareden oluşan bu odada yaşıyordu. Her bir kareye bir numara vermişti, mesela 12 numaraya tuvaletini yapıyordu, 8 numarada yemeğini yiyordu, 13 numarada tanrıyla sohbet ediyordu. 13 numara tanrının dibindeydi. Odada her şey kareydi, kendisini hiç görmemişti, kendisinin de kare olduğunu düşünüyordu. Bu odada sıradışı olan tek şey tanrıydı. Tanrı bembeyaz oval bir kapıydı. Ne zaman umutsuzluğa düşse hemen önüne 13 numaraya gider Tanrı’ya yalvarırdı. 13 numara onun peygamberi olabilirdi. 13 numarayı düşündüğü zaman elini göğsüne götürürdü. 13 numara Tanrı ile onun arasındaydı. Odadaki tüm kareler 20 yıl içinde renk değiştirmişti, 13 numara ise ilk günkü kadar beyazdı. Onu her çarşamba tükürüğüyle, elleri paramparça olana kadar siler ardından dibine oturur ona şükrederdi. 8 numara için 9 numara için tam köşedeki çirkin 5 numara için bile. 5 numara çok  önemliydi. Bu çirkinlik ona yaşam sevinci veriyordu. 5 numaraya baktığında 12 numara bile şirin gözüküyordu.

 

Çarşamba geceleri çok önemliydi, Tanrı her çarşamba o uyuduktan sonra ona bir çuval elma ve su bırakır 12 numarayı tertemiz etmesi içinse meleklerini yollardı. Bir keresinde meleklerin içeriye girdiğini gördü, karanlık odanın içinde masmavi ışıldıyorlardı, onlara bakmayı aklından dahi geçirmedi. Sefil gözleri paramparça olabilirdi. Sabah uyanır uyanmaz elmalarına sarılır onları öper koklardı, ilk 2 gün kesinlikle onlara dokunmaz üçüncü gün ise birer ikişer yerdi. Bazen onlara dokunmamak için 12 numaraya bıraktığı artıkları bile yemişti. Dünyadaki son insan olabilirdi, hatta dünyadaki son şey dahi olabilirdi; ama inançlıydı. Elmalara şükretmeyi biliyordu, 13 numaraya şükretmeyi ve o büyük güzel oval kapıya şükretmeyi biliyordu. Ona bir isim vermişti, kapı değildi onun adı ‘’TİN’’ diyordu ona. Ayda bir kere Çarşamba günleri Tin günü yapıyordu. O gün yerinden kalkmadan tam bir gün boyunca Tin Tin Tin Tin… diye sayıklıyordu. Şüphesiz kapının bu tapınmaya ihtiyacı yoktu, ama onun vardı. Paramparça olmuş ellerini ensesinde birleştirir ve ibadet ederdi en sonunda ise ellerini sırtına sürer dualarının kabul olmasını beklerdi. En büyük duası ölmekti. Kendini öldürecek kadar tanrıtanımaz değildi şüphesiz. Üstelik her an her saniye Tin onu gözetliyordu. Aslında belki de çatıdaki kanca onun ölmesi için oraya koyulmuştu. Bu sorular onu çıldırtıyordu. Bazen düşünmemek için kafasını 2 numaranın duvarına vura vura kendini bayıltırdı.

 

Yıllar geçiyordu, gün geçtikçe karelerine daha çok bağlanıyor kapıyla ise arasındaki bağ gevşiyordu. Sanki ipekten bir iplikle bağlıydı ona, ipliğin etrafı bakır ve çelikle çevrilmişti. Bilirsiniz kopacak bir ipin etrafını kayalarla dağlarla çevirseniz de kopar. Bu düşünce onun sınavıydı belki de. Kopmasını canı gönülden istiyor, kopmaması için her gün dua ediyordu.

 

Bir gece bir karar verdi, zamanının geldiğini düşünüyordu, kareler arasında neredeyse hiç bir fark kalmamıştı, hangi karenin hangisi olduğunu unutuyordu, bazen 12 numaradan yemek yiyor, 13 numaraya tuvaletini yapıyor 5 numarada uyuyordu. Her şey birbirine karışmıştı. Tin ona 30 yıldır cevap vermemişti, ona karşı gizli bir nefret duyuyordu. Varlığından en ufak bir şüphe duymuyor yavaş yavaş onu düşman bellemeye başlıyordu. Hem ne yapıyordu ki o bu karelerin arasında, çoğunun karelik hali bile kalmamıştı. Aklında hep yuvarlaklar ovaller vardı. Dışarıda milyonlarca oval vardı belki, belki de başka insanlar onun ırkını mağlup edip o güzel ovallerden onu uzaklaştırmışlardı. Nefret ediyordu onlardan, ovaller onun hakkıydı.Koskocaman ve yüzlerce belki de binlerce oval düşünmesi bile kasıklarını ağrıtıyordu. Kararını vermişti, bir Çarşamba gecesi için planlarını yaptı. Önümüzdeki ay bugün kapıyı açacak ve ovallere koşacaktı, kapı şüphesiz ki ona zorluk çıkarmayacaktı. O şu çirkin 5 numara yok mu onu aldatması gerekliydi. O yüzden 1 ay boyunca beş numaranın etrafına yaptı tuvaletini. Bir ay sonunda etrafını boktan bir duvarla örmüştü. İşte buydu, 13 numara bile bu deha karşısında şaşkındı. Öyle ki rengi bembeyaz olmuştu. Tükürükten bile beyaz.

 

O gün büyük gün geliyordu, son bir haftadır uyku uyumamıştı. Ovaller aklını alıyordu, her gece ovalleri düşünüyor onları düşünerek ördüğü duvarı öpüyordu. Odada elleyebileceği tek çıkıntı o duvar ve elmalarıydı. Bazen elmalarını da öperdi; ama yıllar o elmaların çekiciliğini yitirmesine sebep olmuştu. O gün geliyordu, ölümsüz ise ovallerle sonsuz bir hayat, ölümlü ise 40 ovalli bir cennet onu bekliyordu. Tanrım diyordu, ne büyük şans, ne güzel bir baht. İşte bu tam da bana göre ben Kare hükümdarı, oval padişahı. Belki yuvarlak tanrısı…

 

İşte vakit o vakitti, 5 numara deliriyordu hırsından, hiç bir şey göremiyordu. Görmesindi zaten, bu tarihi bir hamleydi, tüm kare tarihi boyunca görülmemişti. Elmalar geldikten yarım saat sonra kalktı yerinden, usulca Tin’e doğru yaklaştı önce 13 numarada duasını etti tam 2000 defa Tin dedi. ve elini sırtına sürdü. Başarısızlık imkansızdı, her şey hazırdı. Kapıya yaklaştı, 2 adımdan az kalmıştı, yüreği kendi yüreği gibi atıyordu. Bir insan olduğunu hatırlatıyordu ona. 1 adım kalmıştı, o adımı da attı, kapı ile yüz yüzeydi kapıya uzun uzun baktı. Gözlerini kapadı ve kapıyı tüm dindarlığıyla okşadı, kapı açılmadı. Bir daha okşadı yine açılmadı, bu sefer kulpu emmeye başladı kapı yine açılmadı. Önüne oturdu, çok mutluydu, bir ölümsüzdü… 5 numaraya baktı, onu o yaratmıştı. Hayır o bir tanrıydı, tüm karelerin ve kapıların tanrısı. 7 numara dedi sen benim peygamberimsin. 10 numaraya doğru yürüdü, bir tanrı gibi usul usul ağır adımlarla yürüyordu. 10 numaraya oturdu ve yarattıklarını izledi. Bir tanrı 20 kare bir duvar ve bir kapı. İşte dünya bu…

Balta

Üzgün saatlerimin pusulası hep kuzeyi göstermez,
Kasvetteyken severim kaybolmayı.
Bozuk pusulamın yönü kelimelerimdir belki.
Tek bir ağaçtan kabil ormanımda.

Koca çınarların uğultusu duyulur,
Ağaçlar cehenneminden.
Ben, elimde yönsüz pusula.
Tek başına orman, tek başına, ormanda.

Sakladığım balta önüme düşer.
Herkes bilse, kendimi aldatırım.
Aldatmak, olmayan bir balta ile ağaçsız ormanda.
Belki de, yalandan uzak.

Dört dörtlük, bir ağaç, ormandan uzakta.
Ormandan... Yanıbaşında bir balta.
En yakın uzaklık bir ağaç boyu,
Bir ağaç benim, köküm balta.

Ey çınarlar, uğuldayın bir daha.
Kalabalık cehennem çukurlarında.
Yalnız ben, cennette bir başına.
Ben azrail, kendi kanımdan balta.

Yalın, bir cılga yol başında.
Sanmıştım, yalnızım varoluşumda.
Ağaçlar, orman içinde ben varım.
Saf kötülükten bir balta.

Küheylan

 Sıradan bir sabaha uyandığımızı sanıyorduk, aslında sıradan olarak tanımladığımız her şeyin o kadar da sıradan olmadığını anladığımız bir günün sabahında olduğumuzu acı bir şekilde öğrenecektik.

İnsanoğlunun milyonlarca yıllık serüveninde edindiği tüm bilgi 30 saniye içerisinde yok olup gidecekti. Ben ise bunu, yulaf parçalarının rondodaki semahını izlerken fark edecektim. Gökyüzü diye bildiğimiz büyük mavi tavan, üzerimize düşmüştü. Evet tam da böyle oldu, ben rondoda gerçekleşen klasik yulaf semahını izlerken farkettim bunu. İlk duyduğum çığlık, karşı komşudan gelmişti, sonra onlarcası takip etti onu. Yulaf semahını yarıda kesip, baş yulaftan özür diledikten sonra hemen dışarı koştum. Sokaklar insan ölüleriyle doluydu. Kedi ya da köpek ölmemişti, sadece insan ölüleri vardı. Dehşete kapıldım, ilk gördüğüm ölüyü ayağımın ucuyla hafifçe dürttüm. Tabanımla yüzüstü konuma getirdim. Sadece kafasının üzerinde belki de binlerce delik vardı. Başka hiçbir yeri yaralanmamıştı. Ah ne garip bir ölüm, onu tanıyordum. Sadece bizim sokakta kırktan fazla dairesi vardı. Bordo iskarpinlerinden çıkan kauçuk sesinden tanırdım onu. Evsahibimdi benim, içimde utanca yakın bir his oluştu. Çünkü bunu farkettiğim ilk an, bu ay kiradan muaf olduğumu düşündüm. Dünyada sağ kalan tek insan olduğumu düşündüm, Tanrı en sonunda bana hak ettiğim değeri vermişti. Bu zavallı insanlara bir sanat peygamberi olarak gönderilmiştim; fakat şu an, bir hamburgecide gece pişiricisi olarak çalışıyordum. İşte Tanrı'nın emirlerine karşı gelirseniz sonunuz bu olur. Peh! Sanat peygamberi ve bir köpek evliyası olarak bu korkunç topluluğa fazlasıyla katlanmıştım. Yüce Tanrım, lütfen bana yüzünü göster ve bu masal son bulsun. Benim için sonsuz cennetinde, Kafka'nın ve Goethe'nin hemen yanında ayırdığın dört katlı sarayda bekleyen hurilerim mutluluğa kavuşsun artık. Ellerimi açtım ve hadi dedim hemen ardından ise o kutsal sesi duydum. ''5 liran var mı be abi?''

Korkunçtu, kafamı sağıma tek bir hamlede ve sinirli bir şekilde çevirdim. Dilenci Abbas ve ben sağ kalmıştık. Üstelik sokağa doğru baktığımda hayatta kalan herkesin hırpani giyimli olduğunu fark etmiştim. Kahretsin! Köpek evliyası ve sanat peygamberi olarak çilem bitmemişti. Hazreti İsa da çok fazla eziyet çekmişti, olsun. Gökyüzüne bakıp tanrıya göz kırpmak istedim ama ensemde bir acı hissettim. İşte şimdi her şey netleşmişti. Kafası yere bakan kimse ölmemişti. Dük yürüyen herkes ise aynı diklikte fakat yerin üzerinde cansız biçimde uzanıyordu. Boynu bükük herkes yaşamaya devam ederken, küheylan boyunluların cesetleri üst üste binmişti...

Tepemize çöken mavi gökyüzü, bize acımıştı. Belki de  diğerlerine acımıştı ve ben de sırf bu yüzden hayattaydım. Hiçbir köpeğin ölmediğini de göz önüne alırsak, köpek evliyalığım bir hayli işe yaramıştı. Nuh'a büyük tufandan önce geçilen kıyağın aynısı bana da geçilmişti. Kendi tebaam yani köpekler sağ bırakılmıştı. Bu, peygamber olduğum savını oldukça güçlendiriyordu. Dünya artık yerle arası 1.70 bir yerdi ve bu beni hiç de rahatsız etmiyordu. Zaten son on yıldır bu yükseklikten yukarıda bir yere bakmamıştım. Ne acayip, bugün hayatta olan kimse yıllardır gökyüzünü görmemişti. gökyüzüne şiirler yazanlar ise onun tarafından katledilmişti. Herkes sevdiği tarafından öldürülür denilmişti, boş söz olmadığı doğrulandı.

İşte şimdi, tam da burada ben ve Dilenci Tayyar bir kararın eşiğindeydik. Başlarımızı dimdik tutup Tanrı'ya güç gösterisi yapmanın eşiğinde... Bir meydan okumanın iki tarafı, bir tarafta sonsuz güç ve kudret sahibi diğer tarafta onun peygamberi ve Dilenci Tayyar. Tanrı beni severdi, bu gösterime bayılacağından emindim. Tam olarak şöyle olacaktı, biz dimdik halde dururken Tanrı, gökyüzünden altın tahtı üzerinde önümüze inecek ve başlarımızı okşayarak, beni yani biricik peygamberini ve onun en sadık havarisi Tayyar'ı cennetine götürecekti. Muazzam bir tasarımdı, buna Tayyar'ı ikna etmem çok zor olmadı. Cennette bir sürü beş lira olduğunu söylemiştim. Onun cenneti beş liralardan oluşuyordu. Bir peygamber havarisi için son derece cezbedici bir cennet tasarlamıştım. 

Baş havarim Tayyar ile el ele tutuştuk, birbirimize baktık ve başlarımızı bir anda kaldıracağımız anı bekledik. Ondan geriye sayacaktım ve fakat, baş havarim Tayyar sadece beşe kadar biliyordu. O yüzden de iki defa beşten geriye sayma kararı aldım ve başladım. Beş dört üç iki bir... Baş havarim tam bir salaktı, ikinci beşi bekleyemedi ve acınası bedeni önüme yığıldı. Peygamberlik iddiamdan vazgeçmemekle birlikte Tanrı'nın henüz benim cesaret anlayışıma anlayış gösterecek olgunlukta olmadığı kanısına vardım. Tayyar'ın elinden düşen beş lirayı aldım ve bir peygamber bir köpek evliyası olarak evime yulaf semahımı izlemeye döndüm.

14 Mart 2021 Pazar

Umut Kasabası

Al kara gün batımından 500 koyun mesafede bir kasaba vardır, adı Umut kasabası. O kasabanın yolları kimi aydınlık kimi karanlık dönemeçlerle doludur, her karanlık dönemecin başında koyunlar milyon olur, her aydınlık dönemecin başında koyunlar teke düşer. Yine de yol devam eder, çünkü yolcu devam eder. Yolun varlığının tek bir koşulu vardır aslında o da yolcunun varlığıdır, düşünsenize bir yol var ama yolcusu yok, o zaman yol da var olmuş sayılmaz ki. Bizim Umut Kasabası'nın da hikayesi böyle işte, varlığını henüz kanıtlayan olmadı, yokluğu hakkında da hiçbir bilgi yok aslında. Umut kasabası bin dağın türküsüdür, bin derenin çığlığı... 
Yüzlerce yolcusu olmuştur belki, belki de yolu bile muallaktadır. Belki o kadar güzel bir memlekettir ki, gören geri dönememiştir, belki de binlerce yolcu yolunu dahi bulamamıştır. İşte Umut Kasabası böyle güzel bir yerdir.

Ben de bu kasabanın bir arayanıyım, hem arayanıyım hem yolcusuyum. Tam 40 senedir bıkmadan usanmadan bu kasabanın yolunu ararım. Yol bana o kadar yakındır ki, her an ensesindeyim. Yol benden o kadar uzaktır ki ensesini bile seçememekteyim. Ah benim güzel kasabam, muallaklar peygamberinin ülkesi, bilinmezler şahının tahtı, bin kocalı bakirenin yatağı sende mi serilidir yoksa? İşte ben, umudu bulma peşinde bir gezginim, umudun muallakların içinde olduğunu elbette bilirim, ah bilinmezlik sen ne güzel şeysin. Senin umudun sözlüsü olduğunu işitmiştim bir yerlerde, ne de güzel söylemişti söyleyen. İşte ben yine yollardayım, binlerce yol denedim de Umut Kasabası'na gideni hala bulamadım, tam da yolun varlığından umudumu kesmiştim ki, konuşan bir kırkayak çıkıverdi önüme. Konuşan kırkayaklar vardır umudun yollarında, yanmayan bir ışığın altında parıl parıl parlarlar. Ben kendimi yoldan uzaklaşıyor sanırken meğerse her yanlış yolda bir adım daha yaklaşıyormuşum. İşte ben 60 yaşında ve yollarda, umudun peşinde bir gezgin. Konuşan bir kırkayağın her sözünü sünnet eyledim de yürüyorum ardısıra. Geliyorum Umut Kasabası, geçtiğim her yol sana çıktı, geçmediğim her yol sana geliyor. İşte bir yol daha ve bir yanılma daha yaklaştım sana.

3 Eylül 2019 Salı

Horozlar Ülkesi

Avrupa ile Asya kıtası arasında yer alan ve nüfusunun ekserisinin müslüman olduğu bir ülkede şahit olduğum ilginç bir olayı anlatacağım. Bu hikayede, söz konusu ülkeden Horozlar Ülkesi diye bahsedeceğim. Biraz sonra sizin de anlayacağınız üzere, bu ülkeden gerçek adıyla bahsetmek korkunç neticeler doğurabilir. 


Ben, Stavri Papadopoulos, kendi ülkemde, kendi arkadaşlarım arasında Papi diye bilinirim. Güzel Yunanistan’ın, güzel Selanik şehrinde yüzyıllardır kumaş ticareti ile uğraşan bir ailenin son kuşak temsilcisiyim. Bu söz konusu ülkeye… Afedersiniz. Elbette adıyla anılmayı hak edecek kadar ilginçlikler barındıran bu ülkeyi elbette ben de adıyla anmakla yükümlüyüm .Horozlar Ülkesi, evet Horozlar Ülkesi’ ne bundan üç yıl evvel geldim. Güzel bir tatil geçirmek ve Yunan olmayan birilerini tanımak belki de biraz, doğulu kadınların o hep anlatılan eşsiz güzelliklerinden tatmak için de olabilir. Ben pek okurum, bulduğum her şeyi, her zaman ve her yerde okurum, okumak için mekan ve zaman aramam. Alman bir gezginin doğu gezilerini anlattığı bir kitapta, İran hükümdarının eşinden şöyle bahsettiğini görmüştüm, ‘’ O,sarayın mutfağına girdiğinde meyve doğrayan hadımlar parmaklarını keser tabağın içine atarlar ve bunu fark edemezler. İşte onun güzelliği böyle bir güzelliktir.’’ Bu cümleleri okudum okuyalı yüreğimin ortasında bir yangın yanar ki, bu yangının yanında Büyük Symirna yangını mangal közü gibi kalır. Başıma da ne geldiyse bu Doğulu kadın sevdasından gelmiştir ya, orası da apayrı bir muamma…

Horozlar Ülkesi’ne gelir gelmez ilk iş bir Doğu meyhanesine yollandım. Kitaplarda okuduğumdan pek farklı manzaralar gördüm. Doğuya has hiçbir şey yoktu, duvar halıları, yuvarlak tahta masalar ve bıyıklı devler yoktu, gümüş kadehler ve raks eden esmer kadınlar da yoktu. Basbaya Avrupa’nın her yerinde olan, getto barlarından bir tanesine düşmüştüm. Tatilimi bok etmeye niyetim yoktu. Yalnız başıma, sakallı ve sinirli bir grup garsonun servis yaptığı, içerideki herkesin çılgınlar gibi bağırdığı ve sükunetin zerresinin bulunmadığı bir kaos yumağının ortasında bilmediğim bir içkiyi içiyordum. İşte hatırladığım son şey de bu, bundan sonrası ise bambaşka bir hikayenin konusu. 


Hatırlamayı asla başaramadığım bir kavganın neticesi olarak bilmediğim bir ülkede, tanımadığım bir adamı yaralamak suçundan 5 yıl hapis cezası aldım. Mahkemede savunma yapamadım, avukatım yoktu. İşin garip tarafı savunma yapmadığım için suçu da kabullenmiş oldum. Bu sebeple Sayın Hakim, 8 yıllık cezayı iyi hal sebebiyle 5 yıla düşürüp beni bir bahtiyarlık deryasına savurdu. Şu an bu cezayı, Yunanistan’a at mesafesinde bir Ege kasabasında geçiriyorum. Koskoca bir dört yılı bitirip, son iki aya girdim. İki ay sonra denetimli serbestlik programı ile serbest bırakılacağım.


Burada anlatacağım hikaye benim öznesi olduğum bir hikaye değil, Horozlar Ülkesi vatandaşı bir insancığın hikayesi. Bu insancığın adı Cafer, biz ona hapishanede Sosyal Cafer derdik. Bu ismin şöyle bir anısı var, Cafer hapishaneye getirilmeden evvel namı gelmişti. Sosyalist Cafer, terörist Cafer… Eline silahı aldığında tek başına koca bir orduyla savaşabilirmiş, insanüstü özellikleri varmış, aynı anda üç ayı ile güreşebildiğini dahi duymuştuk. Hepsi tamamdı ama sosyalist demeyi koca bir koğuş olarak becerememiştik, bu sebeple o gelmeden evvel adını biraz değiştirmek zorunda kaldık. O gün bugündür bu insancıktan Sosyal Cafer diye bahsederiz.

Hapishaneye geldiği ilk günü dün gibi hatırlıyorum, bütün bir koğuş tam 24 kişi -ki koğuşta 14 yatak vardı ve dönüşümlü olarak uyuyorduk- üstümüzü başımızı giyinip, taze gelin gibi yeni ağamızı beklemeye başlamıştık. Hayalimize göre Sosyal Cafer; 2 metre boyunda, 1 metre genişliğinde, çiğ et yiyen ve galonlarca şarap tüketen bir insandı. Beklemenin en ızdırap verici yeri, umudun kırılmaya başladığı andır. Bizim için de öyle olmuştu, tam üç saattir gömlek pantolon bekliyorduk, ben üç saattir turmamıştım, pantolonumun kıçı sökülmek üzereydi, kıçımın pantolonu gerdirmesi demek, iki yarım pantolon sahibi olmam anlamına geliyordu. Bu düşüncelerin zihnimi parçalaması devam ederken, koğuş kapısının demirleri kalkmaya başladı. Dört demir yuva üzerine inen dört demir kolun çıkardığı ses, uyuyan bir cini dahi uyandırabilirdi. Hapishanede bu ses umudun sesidir,kim bilir belki de dışarı çıktığımda duyacağım bir demir sesi beni umudun sıcak kucağına atıverir. Dört demir kolun dördü de indiğinde, kapı yağmur yemiş bıldırcın yavaşlığında açılmaya başladı. Kapkara giyimli gardiyanların, arasında ufak tefek bir çocuk... Sosyal Cafer, bıyıkları tel tel, kara kuru bir oğlan çocuğu çıkmıştı. Yalnız ufak tefekliğinin dışında garip bir şey daha vardı ki- bu gariplik, anlatacağım hikayenin neredeyse tamamını oluşturuyor- bu, insanın akıl sınırlarını zorluyordu. Cafer, Horozlar Ülkesi Başkanı, Bay Pervane’ye suikast eylemi düzenlemekten tutuklanmıştı. Şu ana kadar cezası kesinleşmediği için bizim hücremize getirilmişti. Savcı, iddianamesinde Cafer için ağırlaştırılmış müebbet istiyordu. Bu, şu demek oluyordu; Cafer şayet ceza alırsa, cezasının tamamını yalnız başına bir odada geçirecek ve ölene kadar da o oda sınırlarının dışını göremeyecekti.

Cafer’in koğuşa girmesinin ardından yayılan şaşkınlık dalgası geçmek bilmiyordu. Hayal kırıklığı ve mutluluk arasında gidip geliyorduk. Bu denli duygu karmaşasını en son 10 yıl evvel yaşamıştım. Eşimle ayrılmıştık, deli gibi aşıktım ona, onsuz yapamıyordum. Yatağımıza yattım, yastığını kokladım ve masturbasyon yapmaya başladım.Bir yandan mastürbasyon yapıyor bir yandan hıçkırarak ağlıyordum. İşte şu an yaşadığım şey, o acayiplikten bile on kat daha acayipti. Cafer’e bakarak ağlamak istiyordum, aynı zamanda hayalimizde yarattığımız o acayip yaratığın koğuşumuzun tepesine çökmemesinden ötürü de mutluydum. Tüm bu karmaşanın ortasında, koğuşun girişinde bir çocuk ebleh ebleh suratıma bakıyordu. Sur kapısından küçük fakat kale duvarından azametli bir kapının önünde kocaman bir acayiplikler silsilesi… Herkesin gördüğü fakat kimsenin söyleyemediği bir şey vardı; Cafer’in suikast girişiminde kullandığı söylenen silah otomatik bir Çek yapımıydı. 2 kilo kadar gelen silah tek seferde 24 mermi atabiliyordu, askısız ve dipçiksiz kullanmak imkansıza yakındı. Oysa karşımda duran çocuğun iki kolunun omuzlardan kesik olduğunu görüyordum. Ya biz gazetelerden yanlış okumuştuk, ya da bu çocuk kollarını saklamayı çok iyi başarmıştı. Büyük bir terörist olmanın yanında devasa bir sahtekardı da aynı zamanda. Peh ne çocuk ama!

9 Ağustos 2015 Pazar

Karadeniz Aleviliğine Giriş




Karadeniz aleviliğinin oluşumunda, sık söylendiği üzere çepni boyunun büyük önemi vardır.Öncelikle çepniler kimdir diye soracak olursak Oğuzlar'ın 24 boyundan bir tanesi olup savaşçı özellikleriyle önplana çıkmaktadırlar.Çepniler Oğuzlar'ın en kalabalık boylarından olup anadoluya geldikleri süreçte islamlaşmaları tamamlanmamıştır.Anadolu üzerine genel Oğuz göçleri İran coğrafyası üzerinden olduğundan anadolunun ilk türkleri, şia olarak ifade edilemese de genel sunni algının dışında yaşam biçimleri geliştirmişlerdir.İran'da Arap yayılmacılığına karşı dönemin en büyük isyanı olan ve 30 yılın üstünde bir direniş geçmişi olan Babek Horremi alevi yahut şii değildir, fakat alevi tarihinde önemli yeri vardır.Aleviliğin öncülleri olan, bugünkü alevilik kültürünün oluşmasında önemli etkileri olan bu isyanlar alternatif insiyatif barındırması yönünden önemlidir.Babek öncesi ve sonrası dönemde İran coğrafyasına yoğun Oğuz göçleri görülür,bu göçler Şah İsmail Hatayi dönemine kadar yoğunlukla sürer, bu noktadan sonra ise kesilir.Bu göçler esnasında ekserisi iç ve ön asyadan olmak üzere Çepniler de yer değiştirmiştir.İran coğrafyasında ciddi bir nüfus ihtiva eden çepniler ticaret yolları  üzerinden Gaziantep ve çevresi, Sinop, Gümüşhane ve Balıkesir çevrelerine göçmüşler oralarda obalaşmışlardır.

Karadeniz özelinde inceleyecek olursak Sinop ve Gümüşhane yuvalarından dağılmış olup, Trabzon'un Osmanlı tarafından sınırlarına katılması öncesinde Trabzon sınırlarını defalarca zorlamışlardır.Ve hatta bugün adı Ordu olan eski adı Cotyora olan bölgenin tahrir defterlerinde 1455 kayıtlarında ismi ''Vilayet-i Bayramlu bi alevi'' yani ''Alevi Bayram Bey'in Memleketi'' olarak geçer.Ordu Gölköy ve Mesudiye arasında Milas ve Hapsamana kalelerini üs olarak kullanan Hacıemiroğulları da bu geleneğe mensuptur, bunu da Hacı Bektaş Veli menakıbnamelerinde görüyoruz.Bu bölgenin çepni halkı ile Gümüşhane çepni halkı çok büyük ihtimalle iki ayrı Bektaşi grubu olup aynı boydan gelmektedirler(Ordu-Gürgentepe-Işıktepe arasındaki itikadi farklardan ötürü).Karadeniz alevilerinin çok büyük bir bölümünün kökü olan Gümüşhane/ Kürtün bölgesine baktığımızda ise yine Hünkar Hacı-Bektaş Veli'nin izlerini görüyoruz.Hoca Ahmet Yesevi dergahından çıkıp anadoluya gelen Hünkar, anadolunun dört bir yanına elçilerini yollamıştır.Karadeniz özelinde bakacak  olursak en önemli iki tanesi Hubyar Sultan ve Güvenç Abdal'dır.Hubyar Sultan Tokat bölgesinin islamlaşması ve bektaşi kültürünün yayılmasında önemli yer tutarken Gümüşhane/Kürtün bölgesi Türkmenlerinin ocaklılaşması ise Güvenç Abdal sayesindedir.Hubyar Sultan ve Güvenç Abdal bektaşi geleneğinde müsahip kardeşlerdir.


Güvenç Abdal Kürtün'ün Taşlıca köyüne gelmesinden sonra etrafındaki çepni kabilelerini örgütlemiştir.İnançsal anlamda sistemlileşmeye başlayan Kürtün alevileri, Trabzon'un fethinde çok önemli yer tutmuşlardır.Trabzon'un 150 yıldan bu yana güney sınırından taciz eden bektaşi-çepniler 1461'deki fetihte Osmanlılara büyük kolaylıklar sağlamışlar ve savaşta kahramanlıklar göstermişlerdir.Fatih bu tarihten sonra Güvenç Abdal Ocağı'nı resmi olarak tanımış ve geniş yetkiler vermiştir.

Vilayet-i Çepni olarak bilinen Özkürtün(Bugün Giresun sınırlarının önemli kısımlarını barındırır), dönem şartlarında çok ciddi bir nüfus beslemektedir.Bugün Kürtün'e baktığımızda ise alevi-bektaşi köy nüfusu sadece birdir.Bunun sebebi Kürtün'ün verdiği göçlerdir.İlk göçlerini Güvenç Abdal, Hünkar'ın yanına döndüğünde verip son göçlerini ise cumhuriyet dönemi Dersim katliamı sonrasında  vermiştir.Efsaneye göre Güvenç Abdal Kürtün'de işlerinin bittiğini düşünüp pirinin yanına doğru yola çıkmıştır, oğulları ve torunları ise kendisini bırakmak istememektedirler, kendisini bugün adı ''Güvende'' olan yaylaya kadar takip etmişler, Güvenç Abdal'ın bulutlara sır olup yok olmasını izlemişlerdir.Bu olaydan sonra Kürtün'de nasibinin kalmadığını düşünen kabilelerden bir kaçı Kürtün'ü terk edip karadenizin dört bir tarafına dağılmışlardır.Bu karadeniz alevilerinin bilinen ilk göçüdür.İkinci büyük göç dalgası ile Yavuz dönemindedir.Bu dönem karadeniz alevileri için çok önemli bir dönemdir.Sadece Karadeniz içine değil İran'a Şah Hatayi'nin yanına da göçmüşlerdir.Anadolu kızılbaşlarının ve Türkmenlerinin çok ciddi desteğini alan Hatayi, Özbekler üstüne yürüyüp devletini daha da güçlü bir konuma getirmiştir.Dönem anadolusunda Hatayi'nin mehdi olduğuna dahi inanılmıştır.Bugün de anadolu aleviliği için çok önemli bir yerde olan Şah Hatayi, Sufikıran savaşı öncesinde anadolu erenlerinin desteğini arkasında çok güçlü şekilde hissetmiştir.Bu dönem Hatayi'nin en yakın çevresini Çepniler oluşturmuştur.Hatayi genel hatlarıyla bir Türkmen erenidir, iyi at binen, iyi ok kullanan kılıçta kuvvetli, ilmi kuvvetini aşmış yiğit bir beydir.




Şah İsmail Hatayi'nin Sufikıran savaşında kesin bir yenilgiye uğramasıyla birlikte anadoluda alevi kıyımları hızını artırmıştır.Böylece aleviler için dağlara çekilme süreci başlamıştır, bugün karadeniz alevi ocaklarının ulaşımı zor dağ köylerinde olmasının temel sebeplerinden birisi de budur.Yazının başında bahsettiğimiz Güvenç Abdal ocağı da, bugün Ordu'nun en yüksek ilçelerinden birisi olan Gürgentepe ilçesindedir.Gürgentepe, Gölköy-Mesudiye-Milas-Niksar ve aynı güzergahtan Sivas yolu üzerindedir.Güneyde Kozanoğlu'nun örgütlediği yörük direnişi karadenizde görülmemiştir.Güneydeki verimli pamuk tarlaları, ingiliz sömürgeciliğinin yörükleri ucuz işgücü olarak görmesi ve işbirlikçi Osmanlı yönetiminin de desteğiyle katledilen yörükler bugünün yarı-kentli akdeniz işçi-köylüleri ve küçük burjuvasını oluşturmaktadır.
Karadeniz'de ise bu süreç daha farklı gelişmiştir, statüko karadeniz alevilerini işgücü olarak kullanmamış, kültürel olarak ezip yok etmeye çalışmıştır.
Bugün tüm dünyada beşyüzbin dolayında bulunan Güvenç Abdal ocaklılarının kaba bir tahminle 50-100 bin arası karadenizde ikamet etmektedir.Bunların ise büyük bir kısmı Ordu'dadır.

Karadeniz alevi nüfusu:
Ordu: 38 yerleşim birimi
Samsun:35 yerleşim birimi
Giresun:11 yerleşim birimi
Bayburt:9 yerleşim birimi
Trabzon:1 yerleşim birimi
Gümüşhane:44 yerleşim birimi
Tokat:193 yerleşim birimi


Tokat ilinde, çeşitli ocağa tabii gruplar mevcut olup bunlar arasında Güvenç Abdal ocağı taliplileri de bulunur.

Bu ocak taliplilerinin kabul edilen sınırı batıda İzmit'in kandıra ilçesinin Ballar köyü olup doğuda Trabzon'un Akçabaat ilçesinin Eskiköy köyüdür.(Eskiköy içerisinde 600 yıllık bir mezarlık barındıran adıyla müsemma oldukça eski bir köydür.)



İşbu yazıda; Güvenç Abdal ocağının hazırladığı ''Güvenç Abdal Külliyatı'' ve aynı ocağın mensuplarının hazırladığı makalelerden sıkça yararlanılmıştır.
FOTOĞRAF: TAYGUN TÜRE